2013'te Gezi Parkı kalkışmasıyla başlayan süreçte hedef Ak Parti değil Erdoğan'dı. Taksim Meydanı, Erdoğan'ın şahsına ve ailesine yönelik ağza alınmayacak küfürlerle donatılmıştı. Tüm illegal örgütlerin teçhizatlı olarak mevzilendiği, "bir kısım" sermayenin yiyecek ve içecek gönderdiği, FETÖ'cülerin önce kışkırtıp sonra adli işlem yapacak kimse bulunmasın diye kameraları kararttığı, Batı medyasının ise olaylar daha başlamadan meydanı en iyi gören yerlere kameralarını yerleştirip 24 saat canlı yayın yaptığı o günler, aynı zamanda Türkiye'nin tüm gelişmişlik endekslerinde en yüksek seviyeye ulaştığı dönemdi.
"Erdoğanfobi" o günlerde literatüre girdi. "Erdoğan'ı yedirmeyiz" de aynı şekilde. 17-25 Aralık emniyet-yargı kumpası, 7-8 Ekim Kobani kalkışması, Hendek terörü-iç savaş provası ve nihayet 15 Temmuz kanlı darbe girişimi... 2013'ten bugüne, tahmin edemeyeceğimiz şiddette olaylar yaşadı Türkiye ve tüm bu badirelere Erdoğan'ın geri adım atmayan, her ne pahasına olursa olsun direnen, tüm meydan okumalara daha büyük bir meydan okumayla karşılık veren iradesi sayesinde göğüs gerebildi.
15 Temmuz gecesi bu eğilmeyen iradeden ilham ve güç alan halk, emsalsiz bir kahramanlıkla FETÖ darbesini bertaraf edebildi.
***
Bu süreçte bir taraftan da Ak Parti içinde görev değişimleri oldu. Bu değişimin siyasette yeni bir dönem anlamına geldiği, Erdoğan'ın verdiği haklı savaşta bir hasar tespiti yapmak gerektiği, aslında biraz frene basılsa Batı'nın da Türkiye'ye bu kadar sert çıkmayacağı, sorunun Türkiye değil Erdoğan olduğu imasını taşıyan yaklaşımlar gündeme geldi. Bugün artık zıvanadan çıkmış bir görüntü arz eden Martin Schulz, "Biz Erdoğan'la anlaşmadık, Türkiye Cumhuriyeti ile anlaştık. Biz Davutoğlu yönetimindeki hükümetle müzakere ediyoruz. Oldukça ciddi bir ortak" dediğinde ve bu sözleri elinde tabancayla ateş eder bir görüntüsüyle birlikte yayınlandığında bu küstahlığa hak ettiği cevap verilmedi.
Erdoğan'la çalışmak istemeyen Batılı misyonlar, Doğu ve Güneydoğu'da dolaşıyor, "Çözüm sürecine dönebiliriz, ama Erdoğan'la olmaz" mealinde laflar ediyordu. Bunlar bilinmesine rağmen hemen herkes duymazdan görmezden geliyordu.
Tüm bunların yanında teşkilatta da bazı rahatsızlıkla baş gösterince başbakanlık ve genel başkanlık koltuklarındaki değişim yaşandı.
Bunca badirenin atlatılmasında lider görevi görürken, içeride en ağır sıfatlarla itham edilip terör örgütlerinin hedefi haline gelirken aynı zamanda siyaseten en güçlü olduğu dönemi yaşıyordu Erdoğan. Çünkü risk alıyor, zor dönemde konuşuyor, Türkiye'yi selametle çıkarmak için elinden geleni yapıyordu.
Ne var ki değiştirmek istediği eski sistemin tanıdığı anayasal hakları dahi kullanmayan bir pirifani cumhurbaşkanı olması isteniyordu kendisinden.
Siyaseten Erdoğan kadar güçlü olmadıkları halde böyle bir vehme kapılanlar zaman içinde bir adım geri çekilmek durumunda kaldı.
16 Nisan referandumunda AK Parti'den farklı olarak 'evet' değil 'hayır' cephesine yakın durdu bu cenah. Şimdi ise Arap Baharı sürecinde AK Parti ile yakınlaşan İslami kurumları da arkalarına alarak 2019'da farklı bir oluşum içine girme ihtimalleri olduğu konuşuluyor.
Bunu bir siyasi harekete mi dönüştürecekleri yoksa muhalefete "ahlaki bir eleştirellik" kisvesiyle devam edip 16 Nisan'da olduğu gibi Erdoğan'a desteği kırmak amacıyla mı yetinecekleri net değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın AK Parti teşkilatı ve belediyeleri nezdinde başlatmış olduğu "Yük olanlarla değil yük alanlarla yola devam" çağrısı ve 2019'a kilitlemiş kapsayıcı vizyonu birlikte ele aldığımızda ikinci ihtimalin daha yüksek olduğu söylenebilir.