Konu “Avrupa Birliği” olunca ya da “arkadaşlarının” zor durumda olduğunu düşündürecek gelişmeler yaşandığında konuşuyor, nedense.
Neden acaba?
Konuştuğunda da, sürekli “partisini” ve “dava arkadaşlarını” suçluyor. AB’yle ilişkilerin bu noktaya gelişinde de hep arkadaşlarını sorumlu tutuyor. (AK Parti için hâlâ “partim” diyor mu? Bilemiyorum. Aktif siyaseti bıraktığını söylese de, son tahlilde AK Parti’nin çıkardığı bir Cumhurbaşkanı adayıydı ve AK Parti grubundaki milletvekillerinin oylarıyla o makama seçilmişti. “Dava arkadaşlarım” ve “Kurucusu olduğum AK Parti” sözlerini daha önce kendisinden çok duydum. Herhalde AK Parti’yi hâlâ partisi olarak görüyordur.)
Bir tarihte (Baykal’ın suçlamalarına cevap verirken) hakkındaki sözlere, spekülasyonlara, kara çalmalara partisinden ve arkadaşlarından ses çıkmamasına içerlediğini (“üzüntüyle” karşılamış) söylemişti.
İçerleyebilir.
İnsandır.
Hele Sayın Abdullah Gül gibi naif, kırılgan, hassas bir kişiyse...
İçerler, kırılır, küser, uzaklaşır.
Bu davranışların (reflekslerin) tümünü gösterir ve karşıdan empati bekler, kendisine “anlayışla bakılmasını” ister.
Kırılgan kişilerde bunu “nakısa” saymamak gerekir...
Fakat Sayın Abdullah Gül, kendisi için hassasiyet geliştirmelerini beklediği/istediği insanların (“dava arkadaşlarım” dediği insanların) kırılganlıkları söz konusu olduğunda, beklenen rikkati göstermedi. Onlara yönelik spekülasyonlara, kara çalmalara, düpedüz çürütme kampanyalarına sessiz kaldı.
Mesela, çıkıp şöyle bir açıklama yapmadı: “Diktatörden Hitler esintilerine, Midas’ın eşşek kulaklarından otoriter rejime ve popülizme... Demediğiniz lafı bırakmadınız. Bu sözler kırıcıdır, inciticidir. Ayrıca haksızlıktır, vicdansızlıktır. Yapmayın arkadaşlar!”
Bunu demediği gibi, dava arkadaşlarını kriminalize eden odaklara, sosyal medya hesabından “içerik” üretip durdu.
Partisi ve “dava arkadaşları” türlü gaileler atlattı.
Sessiz kaldı.
Partisinin bakanları, insanlığa “değerler” armağan etmiş Avrupa Birliği ülkelerinden sınır dışı edildi, uçaklarına iniş izni verilmedi.
Sessiz kaldı.
Seçimle gelmiş halefinin Almanya’da konuşma yapmasına mahkeme kararıyla yasak getirildi.
Sessiz kaldı.
Partisi önemli bir sistem değişikliğine öncülük etti, ülkeyi referanduma götürdü.
Sessiz kaldı.
Sessizliğini bir de, “dava arkadaşlarıyla” aynı karede görünmemek ve “hayır” kampanyasına katılmak gibi bir “tedbir”le taçlandırdı.
Kaç kez Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından mitinge çağrıldı.
Gitmedi.
Memleketi Kayseri’de düzenlenen toplantıya “onur konuğu” olarak davet edildi.
Gitmedi.
Başbakan tarafından “istişare yemeği”ne çağrıldı.
Gitmedi.
Nereye, hangi platforma, hangi toplantıya, hangi dost meclisine çağrıldıysa, hep o “uzak” ve “küskün” tavrını sürdürdü. Herhangi bir açıklama da yapmadı.
Konuşma gereği duyduğunda aktif siyaseti bıraktığı için bu nevi toplantılara iştirak etmediğini söylüyordu ama düpedüz “siyasi faaliyet” sayılan yurt dışı toplantılarına ve seyahatlere icabet etmekten de geri durmadı...
Dahası, “AK Parti’ye karşı” yeni bir siyasi hareketin konuşulduğu “periyodik” toplantılarda boy göstermekten kendini alamadı.
Bununla yetinmedi, Cuma namazı çıkışlarında aktif bir siyasetçi gibi siyasi açıklamalar yaptı ve mütemadiyen “dava arkadaşlarını” suçladı.
Baykal’a cevap verdiği konuşmasında, “Bilgimi, tecrübemi yeri geldiğinde ülkem için paylaşma sorumluluğum var” diyordu ama bilgisine ve tecrübesine ihtiyaç duyulduğu netameli dönemlerde kenarda durmayı (elini taşın altına koymamayı) tercih etti.
Sık sık, “dava arkadaşlarımın suskunluğunu üzüntüyle karşılıyorum, içerliyorum” diye beyanat verse de, aktif siyasetçilik döneminde kendisinde çok şey vehmetmiş yurttaşlar olarak biz de onun temellük ettiği yeni “pozisyona” ve dava arkadaşlarıyla aynı karede görünmeme hassasiyetine içerledik, içerliyoruz.
HAMİŞ
Bu, kişisel bir kırgınlık yazısıdır... Meselenin KHK’yla filan ilgisi yok. İşaret edilen “muğlak”lık, evet, tartışılabilir ama asıl konuşmamız gereken, Sayın Abdullah Gül’ün temellük ettiği muğlaklıktır!