Birleşmiş Milletler’in 71. zirvesi uluslararası sistemin küresel sorunları çözmekte tıkandığı, belki de çözmek istemediği bir momentumda toplandı. Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığı en kötü gece olan 15 Temmuz sonrası, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önemli uluslararası temasları gerçekleşti. Geçtiğimiz haftalarda Çin’in Hangzhou kentinde düzenlenen G20 zirvesi ve ardından BM Genel Kurulu. Küresel düzeydeki bir mülteci krizinde dünyada tek olumlu sınavı vermiş olan Türkiye, yanıbaşındaki Suriye krizi, DAEŞ, PYD ve PKK terör örgütleriyle mücadele gündemleriyle bu toplantılara katıldı.
Bu gündemlerin ötesinde en kritik başlık ise 15 Temmuz işgal ve parçalama girişiminin sorumlusu FETÖ elebaşının Türkiye’ye iadesi başta olmak üzere, bu terör network’ü ile uluslararası düzeyde bir mücadele için gerekli adımların atılması.
Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu’nda yaptığı tarihi konuşmada, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi ülkeye sabitlenmesine eleştiriler getirirken, küresel düzlemde terörle mücadele çağrısı yaptı.
Bu konuşmasında “yeni nesil terör örgütü” olarak nitelediği FETÖ konusunda uluslararası karar vericileri bir kez daha uyardı.
“Yarın sizin güvenliğinizi de tehdit eden bir noktaya gelebilirler,” dedi.
Peki Washington yönetimi, FETÖ ile mücadele konusunda, elebaşının iade edilmesi ve yargılanması konusunda gerekli adımları atıyor mu? Bu sorunun cevabı elbette “hayır”.
ABD yönetimi, muhataplarının zekasıyla alay eder gibi FETÖ’nün iadesi konusunda top çeviriyor.
Zamana yayıyor. Bahaneler sıralıyor. ABD, bir an önce adım atıp, bir milletin tepesine bombalar yağdıran, bütün kurumlarına kanser hücresi gibi yapışıp, ülkenin varlığını içten içe kemiren bu yapı konusunda gerekenleri yapmazsa, dünyaya bu yapının suç ortağı hatta bu yapıyı yönlendiren odak olduğunu göstermiş olacaktır. Tercih Washington’un...
New York, nesiller boyu çocukluk mu demek?
Mesleğim gereği çok seyahat ediyorum. Külliye’deki görevime gelmeden önce dış politika muhabiri olarak dünyanın farklı coğrafyalarında farklı ülkelerde gelişmeleri takip etme imkanım oldu. Cumhurbaşkanlığı’ndaki görevime geldikten sonra da, Cumhurbaşkanı’mızın seyahatlerinde yeraldım.
Ancak bütün bu seyahatler zinciri içinde şimdiye kadar New York’a gelme imkanım olmamıştı.
11 yıl Fransa’da yaşadıktan sonra, dünyanın hiçbir coğrafyasının memleket kadar insanı sarıp sarmalamadığı düşüncesiyle Türkiye’ye dönmüştüm.
Ve hiçbir ülkede kendimi “evimde” hissetmeyeceğimden emindim. Her yer “yabancı” olacaktı.
New York’a indiğimizde, JFK havalimanından kalacağımız 5th Avenue’daki otele giderken, önce kentin uzak noktalarında, ardından merkeze ulaşan yollarda, garip bir tanışlık hissine kapıldım.
Sanki daha önce bu caddelerden geçmiş, bu binalara bakarak seyahat etmiştim. Binaların dışındaki yangın merdivenleri, sokaklarda dolaşan yüzler tanıdıktı sanki. Çocukluğum buralarda geçmişti sanki... Bu aşinalığı oluşturan elbette Amerikan film endüstrisi idi. Neredeyse her binayı, her sokağı, Amerikalıların davranışlarını belleğimize kazıyan bir sanayi... Adına da galiba kültür hegemonyası ya da kültür emperyalizmi deniyor... Ya da öyle birşey... Çocukluğumuzun kenar süsü olan bir kültür operasyonu.