ABD ve AB’nin üzerinde yükseldiği değerler bir bir çöküyor. Çökerten ise dış güçler, harici mihraklar falan değil, doğrudan yönetimlerin kendisi…
Büyük devletler veya büyük birlikler sadece menfaat birlikteliğine dayanmazlar, ana omurga belli değerlerin, kurucu ilkelerin, birlik motivasyonu üreten erdemlerin varlığıdır.
Eğer bu değerlere, ilkelere, erdemlere savaş açılırsa, meydan okunursa sadece ahlaki çöküntü yaşanmaz, bu değer zihniyetine dayanan kurumsal yapı da sallanmaya başlar.
Son dönemlerde yaşanan ve bir kriz olarak küresel sorunlar üretmeye başlayan durum tam da bu devlet ve birliklerin üzerinde yükseldiği değerlerde büyük erozyon yaşanmasıdır.
ABD ‘özgürlükler ülkesi’ yakıştırmasıyla bütün dünya vatandaşlarına ve kültürlerine kucağını açarak belli bir güce ulaştı. Öncesinde büyük dramlar, trajediler, iç savaşlar ve kanlı olaylar yaşayan ABD kurtuluş reçetesi olarak demokrasi ve özgürlüklere sarıldı, gücünü bu değerlerden aldı.
Toprak sahipleriyle köleler, beyazlarla zenciler, kuzeyliler ile güneyliler arasındaki çatışmalardan sonra kurulan düzen her türlü farklılığı tolere etmeye dayanıyordu.
Bugün gelinen nokta ise yabancı düşmanlığı, tahammülsüzlük, İslam karşıtlığı, bireysel özgürlüklerde daralma, ırkçılık ve faşizm…
Avrupa ülkeleri, büyük savaşların ve katliamların sonrasında siyasi tarihinin en parlak ve göz kamaştıran uluslararası işbirliklerinden ve barış projelerinden biri olarak Avrupa Birliği’ni kurdu.
Birinci Dünya Savaşında 14 milyon, İkinci Dünya Savaşında 75 milyon insan hayatını kaybetti. 30 yıl savaşlarında 20 milyon insan öldü. Dinler, mezhepler, sınıflar, siyasi anlayışlar arasında yaşanan savaşlar onlarca yıl sürdü, Avrupa en vahşi dönemlerini yaşadı. Bu vahşiliğin üzerine ortak medeniyet diye deklare edilen değerler ve ilkelerle yeni bir düzen kuruldu.
Belki de bugünkü AB’nin temeli sayılabilecek Vestfalya anlaşmasıyla modern Avrupa’nın temelleri atılmış, devletler, dinler ve mezhepler arasındaki ilişki yeniden tanımlanmıştır.
Demokratik değerler üzerinde yükseldiğini söyleyen Avrupa Birliği hem uluslararası politikadaki zafiyetiyle hem de ülkelerdeki iktidarların zihniyet değişikliğiyle bambaşka bir yere savruldu.
Mısır’daki darbeye, Suriye’deki katliamlara, Türkiye’deki askeri kalkışmaya, Ege’deki göçmen ölümlerine, Arakan’daki soykırıma, velhasıl insanlık ve demokrasiye karşı işlenen açık suçlara tepki gösteremeyen AB, demokratik görünümünü ve inandırıcılığını kaybetti.
Bir de buna faşist, ırkçı, İslam düşmanı, yabancı karşıtı anlayışların iktidar ortağı olmasıyla yaşanan büyük zihniyet kırılması eklendi.
AB hem uluslararası düzeyde küresel bir aktöre dönüşerek savunduğu değerlerin taşıyıcılığını yapamadı, hem de kendi içinde üzerinde yükseldiği değerlerin bir bir yok olup gitmesine sessiz kaldı.
Voltaire’in 30 yıl savaşları sonrasında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun çözülüşünü şöyle ifade etmişti: “Artık ne Kutsal, ne Romalı, ne de İmparatorluktu.”
Bugün de Avrupa Birliği ne demokrasi ve özgürlük savunucusu, ne de bölgesel etkiye sahip bir güç, ne de tam anlamıyla bir Birlik…
ABD ve AB kendisini büyüten ve geliştiren bir zihniyet devrimiyle parlak dönemler yaşadı. Ama giderek iç karartan bir hal içindeler. Bir ülkenin ve bir birliğin nasıl gelişip güçlenebileceği de, nasıl çözülüp etkisizleşeceği de bugün artık ilk sinyallerini vermeye başladı.
Kanser hücrelerinin kendi vücuduna savaş açması gibi, tahammülsüzlük ve bağnazlık da siyasi rejimlerin erdemlerini yavaş yavaş yok ediyor.
ABD’deki evanjelistlerin yeni dünya düzeni tasavvuru aslında kuruluş ve yükseliş felsefesine savaş açmış durumda. Savaştıkları başka dinler, mezhepler, kavimler, devletler değil, öncelikle üzerinde yükseldikleri ve ABD’yi ABD yapan değerler…