Üzerinden 20 yıl geçti. 28 Şubat darbesinden çok 28 Şubat süreci dedik, darbeyi ve darbenin uzun yıllara sâri etkisini tanımlayabilmek için.
Hürriyet'in "Karargah rahatsız" manşetinin yeniden hatırlattığı üzere 28 Şubat aynı zamanda bir medya darbesiydi. Darbenin "amiral gemisi" de Hürriyet'ti, her zamanki gibi.
Başörtülüler öcüleştirilecek, dindar kesim itibarsızlaştırılacak, askerin ve Fetullah Gülen'in ağzından atılan manşetlerle "darbenin şartları olgunlaştırılacaktı".
28 Şubat'ın darbeler tarihimizdeki farklı yeri çok yazılıp çizildi. Hiçbir şey yapmadıysak her yıldönümünde mağdurlarını hatırladık.
Ben de çok konuştum, çok yazdım 28 Şubat hakkında. Ama bende iz bırakan yönlerinden hiç söz etmedim.
Bugün 28 Şubat ve unutamadıklarımdan bahsetmek istiyorum. Benim kişisel 28 Şubatımdan...
***
Üniversiteden yeni mezun, kocaman hayalleri olan birisi olarak yüksek lisansa başvurmuştum. Dört yıl boyunca girip çıktığım okuluma giremeyeceğimi hiç düşünemezdim. Mimar Sinan Üniversitesi'nin Fındıklı'daki binasına gidip mezuniyet belgemi almam gerekiyordu. Kapıdaki polisler içeri giremeyeceğimi söyledi. O gün başı açık bir arkadaş yardımıyla dilekçemi öğrenci işlerine ulaştırdım, başı açık bir başka arkadaş yardımıyla çıkış belgemi alabildim. Aşağılandığımı hissetmiştim.
O anı unutmam mümkün değil!
Yasak henüz kampüs girişlerinde uygulamaya başlanmamıştı. Bazı okullara başörtüsü ile girebilmek mümkündü. ODTÜ'de yasak bazı fakültelerde sıkı uygulanırken Beşeri Bilimler'de hoca inisiyatifiyle delinebiliyordu. Dersleri ona göre seçerek bir yıl kadar idare edebildim. Ancak unutamadığım şeyler yaşadım yine o yıl. Bir arkadaşımız vardı, dereceyle matematik öğretmenliği bölümüne girmişti. Yasak başladıktan süre sonra sebepsiz yere yürüme yeteneğini kaybetmeye başlamıştı. Ansızın yere yığılıyor, ambulansla hastaneye kaldırılıyor, haftalar geçince yeniden yürümeye başlıyor, bir süre sonra aynı hal tekrarlıyordu. Doktorlar teşhis koyamadı, psikolojik deyip işin içinden çıktı. Doğru teşhis 28 Şubat'tı!
Bunu da hiç unutamadım...
Yasak sıkılaşıyor, rektörler hocalardan jandarmalık yapmalarını istiyordu. Başörtülü öğrencileri derse almaya devam eden hocalar hakkında işlem yapılmaya başlanmıştı. El ele tutuşma eylemleri, Cuma namazı sonrası yapılan gösteriler, okul önlerindeki oturma eylemleri işe yaramıyordu. Belli ki bu saçmalık devam edecekti...
Kendimce bir eylem tertiplemeye karar verdim. Madem bizi başörtümüzle okula almıyorlar biz de dazlak olarak girelim diye düşündüm. Kütüphanenin bodrumundaki rutubet kokan mescidin en kalabalık olduğu vakit, kim varsa o an orada, konuyu açtım. Baktım ki, kızların önemli kısmı "Hocaefendilerinin" talimatıyla başlarını açmaya karar vermiş bile.
Çok öfkelendim, bu kararı kendilerinin değil bir başkasının vermiş olmasınaydı öfkem. Benim eylem de boşa çıktı. "İyi başörtülüler" ve "kötü başörtülüler" olarak ayrışmış olduk bi de. Başını açmayanlar hem okullarından oldu hem de 'kötü'.
Takiyye denen şeyle de o gün tanışmış oldum.
***
Kız kardeşim Ankara'da Kimya okuyordu. Yasağı burun farkıyla atlatmış, kampus yasağı başlamadan okulunu dereceyle bitirmişti. Hocasının teklifini kabul ederek başını açmış olsa bugün mezun olduğu okulda o da hoca olacaktı. En sevdiği şey hassas ölçüm cihazlarıyla deney tüpleriyle uğraşmaktı.
İkimiz aynı anda İstanbul'a döndük. Hayallerimizi geride bırakıp annemizin dizinin dibine oturduk.
Kardeşimin her daim umutla bakan gözlerindeki ışık sönmüştü. Nasıl unutabilir bunu?
Bir de gözlerindeki nur sönene kadar dokuduğu dantelaları bizleri okutmak için satan annemin çaresizce ve mahcup bir edayla, "Açsaydınız başınızı da siz de arkadaşlarınız gibi öğretmen olsaydınız kızım, devleti siz mi terbiye edeceksiniz" deyişini...
Unutmadım, unutmayacağım!
Başörtülü kızlara had bildirenleri, "kevaşe, aşağılık köpek sürüsü" diyenleri, Arabistan'ı adres gösterenleri...
16 Nisan'da bu zihniyetin ilelebet yok olması için de evet diyeceğiz.