Lafı dolandırmanın lüzumu yok. Avrupa, kıtasının bağrından dünyanın önemli birliklerinden biri olan Avrupa Birliği’ni çıkarmasının 60. yılında, neredeyse kuruluşundan beri kendisiyle işbirliği yolunu seçmiş bir ülkeye dikta yöntemiyle yaklaşıyor.
Kendi görüşlerini dikte etmeye çalışıyor.
Ağır saldırılar altındayız. Türkiye önemli bir sistem değişikliğinin arifesinde. Yapılacak olan değişikliklere bakıyoruz. Önemli bir kısmı zaten AB ülkelerinin birçoğunda halihazırda uygulanmakta olan unsurlar. Örneğin 18 yaşında seçilme hakkının elde edilmesi. Vekil sayısının arttırılması da bu kategoriye giriyor. Her ülkenin kendisine uygun gelen sistemi seçme hakkı var Eski Kıta’da. Ama iş üçüncü ülkelere gelince, öncelikli olarak yukarıda saydığım başlıkların bahane olarak kullanılmasıyla yola çıkılıyor ardından herhangi bir gerekçe aramaksızın Türkiye’ye salvolar, hatta saldırılar başlıyor.
Avrupa, buradaki taşeronlarına bir konsept dikte ederken, ülkemize kendi tercihlerini empoze etmeye çalışıyorlar. İzledikleri yöntem dikta yaklaşımının ta kendisidir. Peki biz Avrupalı karar vericileri, bizim adımıza tercih yapsınlar diye delege ettik mi? Hayır.
Bizim tercihimize, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi referandumuna neden hayır cephesinin orkestra şefi olarak katılıyor Avrupa?
Kendilerinde 18 yaş için seçilme hakkı tanınan ülkeleri merak ediyor musunuz? Biraz uzun bir liste ama ben yazmaktan, siz de okumaktan üşenmeyelim: “Slovenya, Portekiz, Malta, Macaristan, Lüksemburg, Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, Hırvatistan, İngiltere, Danimarka, Belçika, Avusturya, İspanya ve Finlandiya.”
Vekil sayısının 600’e çıkarılmasına gelince, Avrupa ülkelerindeki temsil oranına bakıldığında, 600 vekile çıkarıldığında bile, Türkiye düşük temsilde birinci sırada bulunuyor. Türkçesiyle vekil başına düşen nüfus oranı, diğer ülkeleri fersah fersah geçiyor. Rakamlarla konuşursak, AB ortalaması vekil başına 53.764 iken, ülkemizde bu rakam vekil başına 145.118 olacak şekilde.
Başbakanlık misyonunu Fransa, kendi sisteminde tartışmaya açarken ve bu tartışmanın ana ekseni de sistem tıkanıklığı olurken, dahası bu ülke sisteminde defalarca rötuş yapmışken, bize gelince tablo neden tersine dönüyor?
Beylerin kendi iç tartışmaları en doğal haklarıyken, iş bize gelince neden söze “diktatörlük, tek adamlık, otoriterlik” terimleriyle geliyorlar?
Neden Türk milletinin kendi tercihini yapmasına imkan tanımıyorlar?
“Evet” tercihine tarihte eşi görülmemiş bir blokaj uygulanırken, “hayır” oyu için orkestranın, direksiyonun başına geçmekte behis görmüyorlar?
AB’nin içindeki Alman parantezi, diplomatik davranma zahmetine katlanmıyor bile.
Dünya siyaset tarihi, AB’nin “Alman parantezinin” 16 Nisan referandumundaki yaklaşımıyla “dikte ve dikta yönetiminin eşsiz örneklerinden birisine” tanıklık ediyor.
Diyarbakır’ın yakasından bir düşseler
“Tarihin taşlara yazıldığı şehir” Diyarbakır’dan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Valilik Meydanı’ndaki konuşmasının ardından, ince ince yağan bir yağmurun altında ayrıldık.
Coşkulu, ilgili ve ürkek bir kalabalık vardı karşımızda. PKK’nın uyguladığı mahalle baskısından yavaş yavaş çıkmaya başlamış olan ve tercihini özgürce ortaya koyan bir şehirden bahsediyoruz.
Anketler, rakamlar “evet” oyundaki artışlara işaret ediyor. Diyarbakır sistem değişikliğine hazır ve sistem değişikliğinden payına düşecek artıları algılamış bir fotoğraf sundu önümüze.
Gençlerini teröre değil de, 18 yaşında parlamentoya gönderecek olan Diyarbakır, yaralarını hızla saracak. Yeter ki yakasından düşseler, 1984’den beri bölgenin kanını emmekten vazgeçmeyen ve bugünlerde kimlere taşeronluk yaptıkları açıkça ortaya çıkan terör ve şer odakları.