Yarın en temel vatandaşlık görevimizi yapmak üzere sandığa gideceğiz ve Türkiye'nin geleceği için belki de bugüne kadar attığımız adımların en önemlisini atacağız.
Öncelikle, iki ayı geçkin zamandır devam eden kampanya sürecine dair bir kaç hususun altını çizmek isterim. Ana muhalefet partisinin Anayasa Komisyonu ve Meclis safahatinde çok sert ve kutuplaştırıcı bir ton tutturmuş olmasına, muhtelif terör örgütlerinin hayır kampında yer almasına rağmen kampanya süresince sağ duyu hakim oldu. "Kan dökmeden getiremezsiniz"le başlayan kampanya, seçimi teferruat saymaya ve son olarak da evet diyenleri denize dökmekle tehdide kadar vardı. Ama toplum tüm bu kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı dile prim vermedi, evet ve hayır çadırları bazı yerlerde neredeyse yan yana kuruldu, propaganda müzikleri için birbirine sıra verildi.
Bu süreçte yeni bir şey daha oldu; CHP ilk defa "pozitif propaganda" tabir edebileceğimiz bir yöntem denedi. Sonuna kadar sürdüremese de yeni sistemin seçim kampanyaları hakkında da fikir verici bir deneyim oldu bu. Zira yeni sistemde bir cumhurbaşkanı adayının yüzde 50+1 oy alabilmesi ancak toplumda en geniş konsensüse ulaşabilmesiyle mümkün olacak. Bu ise katı ideolojik ya da kimlikçi tutumları bir kenara bırakıp hizmet siyasetini öncelemekle mümkün.
Dikkat çekici hususlardan biri de referandumun uluslararasılaşması, bir takım terör örgütlerinin yanı sıra Hollanda ve Almanya gibi Türk diasporasının yoğun yaşadığı bazı Avrupa ülkelerinin de siyasileri ve medyası aracılığıyla açıktan hayır kampanyası yürütmesiydi.
Ne bir başka örneği ne de mantıklı izahı olan bir durumdu bu. Ancak Avrupa'nın irrasyonel tutumu bize, yarın yapacağımız oylamanın basitçe bir hükümet sistemini değişiminden ibaret olmadığını, Türkiye'nin 2023, 2051 hedefleri için kaldıraç olacağını da gösterdi.
***
Bu vesileyle bir kez daha; artık sönümlendi zannettiğimiz laiklik-gericilik ayrımlarının, ayaklar baş oldu aşağılamasının, Cumhuriyeti biz kurduk bizler yaşatacağız dışlamasının devam ettiği ve Türkiye'nin kadim sosyolojik ve siyasi ayrışmasının hala bu hat üzere olduğunu gördük.
Modası geçmiş, tedavülden kalktı sandığımız söylemler, yeniden dolaşıma girdi. 28 Şubat post-modern darbesinin, 2007 yargı müdahalesinin aktörlerine birdenbire can geldi.
Şimdi şunu söyleyebiliriz; 15 Temmuz'da darbeye hayır diyen millet, Türkiye'nin demokratik dönüşümü için ve güçlü-bağımsız-müreffeh Türkiye için yarın evet diyecek.
15 Temmuz'a "Kontrollü darbe" diyenler ise 200 yıldır devam eden Batıcı-elitist yönetim anlayışını bir kenara koymak durumunda kalacak. Çünkü bundan böyle halkın kahir ekseriyetinin onayını almayan kimse iktidara gelemeyecek.
Halkın içinden çıktığı halde kafasını vesayet kurumlarına toslaya toslaya "müesses nizama" teslim olan siyasetçi tipi de tarihe karışacak.
"Çoban Sülü" lakaplı bir siyasetçiden "Okumak isteyen Arabistan'a gitsin, orada başörtüsüyle okunabiliyor" sözlerini duymayacağız bir daha.
Zoraki koalisyon ortağı olabilmiş sözde siyasetçiler, halka ve halkın temsilcilerine had bildiremeyecek bir daha.
Terör örgütleri ise kafalarını çıkarmaya kolay kolay cesaret edemeyecekler. Çünkü hangi partiden olursa olsun arkasına halkın yüzde 50'den fazlasının desteğini almış bir iktidar, hem iç politikada hem dış politikada daha cesur ve özgüvenli davranabilecek.
16 Nisan'ı Türkiye'nin bağımsızlaşması, vesayet zincirlerini kırması, zayıf ve müdahaleye açık hükümetlerden kurtulması, siyasi ve ekonomik istikrarı yakalaması için bir fırsat olarak görenler, meseleleri bu çerçevede, tarihi de bu derinlik içinde idrak edebilenlerdir.