23 Kasım 2024 Cumartesi / 22 CemaziyelEvvel 1446

Cumhurbaşkanlığı Uluslararası İlişkiler Başkanı Ayşe Sözen Usluer: ABD Münbiç’te geri adım atacak

Münbiç’e girerseniz ABD askerleriyle karşılaşırsınız gibi bir tehdide göre hareket edecek bir ülke değiliz. ABD verdiği sözleri tutmadı. O halde PYD’yi biz çıkartır toprakları sahiplerine teslim ederiz. Münbiç’te geri adım atan ABD olacak.

FADİME ÖZKAN12 Şubat 2018 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Cumhurbaşkanlığı Uluslararası İlişkiler Başkanı Ayşe Sözen Usluer: ABD Münbiç’te geri adım atacak

Türkiye uzunca bir zamandır, dünyaya kendini anlatmaya çalışıyor. Özellikle de AK Parti döneminden bu yana hedeflerini, ne olduğunu ve hatta ne olmadığını. AB üyelik süreci çok belirgindi. 2010 sonrasında pozitif hava yavaş yavaş tersine döndüğünde, terör örgütlerini, terörle mücadelesini, Kürt sorununu nasıl aşmaya çalıştığını anlattı. Son saldırılar sonrasında da yine PKK ve FETÖ’yü, Fırat Kalkanını, şimdi de Afrin operasyonunu anlatmaya çalışıyoruz. Görevleriniz gereği tüm sürece şahitlik ettiniz. Türkiye kendini anlatmak bakımından nasıl bir dönemde? En zor dönem mi bu?

En zor dönemlerden biri olduğunu ben de düşünüyorum. Türk dış politikası 360 derece perspektifinden yönetiliyor şu anda. Fakat biz çoğu zaman Rusya, İran eksenine kayma, Türkiye’nin eksen kayması, AB’den uzaklaşma, Batı’dan uzaklaşma gibi eleştirilerle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Bu yüzleşmenin esasına dönüp bakıldığında ön yargıların çok belirleyici olduğu görülüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geliş sürecine baktığımızda ve sonrasında sürekli İslamcı parti etiketlemesi altında değerlendirilmesinden kaynaklı bir ön yargı var partiye karşı. Dolayısıyla bu hükümete karşı ister istemez batıdan uzaklaşacaktır, yönünü doğuya çevirecektir, Ortadoğu, Arap ülkeleri, İslam birliğine odaklanacaktır veya Rusya, İran, Çin ekseninde bir dış politika belirleyecektir önyargısı oldu. Devamlı olarak “Türkiye, Avrupa Birliği’nin stratejik hedefi olmasından vazgeçmemiştir”, “ABD Türkiye’nin stratejik ortağıdır” dememize, sadece Türkiye’nin geleneksel Türk dış politikasından farklı bir döneme geçtiğini, bu yeni dönemde dış politika seçeneklerini çeşitlendirdiğini hatta dış politika yapma enstrümanlarını çeşitlendirdiğini söylememize rağmen bu ön yargıları aşamıyoruz. Elbette ki aştığımız zamanlar oldu. Müttefiklerimiz de belli bir noktaya gelindiğinde Türkiye’den vazgeçemeyeceklerini, aslında bütün dünyanın birbirine nasıl da bağımlı hale geldiğini, 90’ların başından beri bütün ülkelerin aslında dış politika seçeneklerini çeşitlendirmek durumunda kaldığını anlıyor. Ve Türkiye’nin bölgede en sağlam müttefik, NATO ülkesi, AB ile müttefik, güvenilir bir ülke olduğunu anlıyor ve biliyorlar.

O noktaya nasıl geliniyor?

Türkiye’nin dış politikasını sürdürürken açıklık ilkesi, dürüstlük ilkesi, özellikle Cumhurbaşkanımızın bu konularda sözünü tutma, sonuç alıcı adımlar atmadaki tutumu, politik duruşu da onların Türkiye’nin sağlam bir müttefik olduğu noktasına getiriyor onları. Aştığımız çok zaman oldu. Örneğin şu an AB ile ilişkilerin yenilenmesi üzerine konuşuyoruz. Daha dün Avrupa Parlamentosu’nda bir oturum yapıldı, son derece olumsuz ifadeler geçti oturumda. Sözde Rojava temsilcisi orada yer aldı fakat yine de AP Dışişleri Yüksek Komiseri Mogheri’ni dışarı çıktığında Türkiye’nin vaz geçilmez bir müttefik olduğunu ve Türkiye ile ilişkilerinin özellikle şu dönemde çok çok önemli olduğunu söylüyor. Dolayısıyla biz bunu çoğu zaman aşıyoruz ama devir olarak bence şöyle bir zorluk da var. Bu devirde özellikle sosyal medya ve internet haberciliğinin getirdiği zorluk var. Avrupa bununla çok mücadele etmeye çalışıyor, ‘fake news’ yalan haber üretme üzerine kurulu bir sistem var. Mesela çok hızlı şekilde haber tüketiliyor. O yalan haberi veriyor, biraz sonra düzeltse bile o çok hızlı bir şekilde yayılmış oluyor. Bunlar da bence bütün devletlerin aşmaya çalıştığı zamanın sorunları. Türkiye de bunlarla yüzleşmek zorunda kalıyor sıkça.

SALDIRILARLA TEK BAŞIMIZA MÜCADELE ETTİK

Türkiye Afrin’e gireceğini yüksek sesle defalarca söyledi ve girdi. Münbiç’e gireceğini de söylüyor, gerekçesini açıklıyor. Fırat Kalkanında da böyle olmuştu. Ama sanki başka bir ajandası varmış gibi bir şüpheyle yaklaşılıyor. Bunun sebebi nedir?

Bu şüphelerin sebebi bence kendilerinin kurmaya çalıştıkları ittifaklarda yatıyor. Siz terörist bir örgütle sahada ittifak kurup, başka bir terörist örgütü bunlar üzerinden yenmeye, bölgeden temizlemeye çalıştığınızda bu size son derece güvensiz bir ortam oluşturur. Şüpheleriniz artar. Kendi cephelerinde bence çok ciddi sıkıntıları var. Türkiye’ye baktığınızda her şeyi açıklıkla yürütüyor. BM’nin 51. maddesi çerçevesinde uluslararası hukuka uygun şekilde meşru müdafaa hakkını kullanıyor. Fırat Kalkanı operasyonuna biliyorsunuz 15 Temmuz’un hemen ardından Ağustos ayında Gaziantep’te DAEŞ tarafından bir düğüne yapılan saldırıda kadınlar ve çocukların çoğunlukta olduğu 52 sivilin öldüğünde karar verildi. Türkiye FETÖ darbe girişiminden yeni çıkmış. FETÖ terör örgütüyle yüzleşiyor. PKK’nın ve DAEŞ’in saldırılarına muhatap oluyor. PYD-YPG sınırda yapılanmaya çalışıyor. Bunun arkasında büyük devletler duruyor. Türkiye yalnız başına kendisini müdafaa etmek durumunda. Bir NATO üyesi olarak onu koruyan da yok. Fırat Kalkanı operasyonu bu şekilde başladı ve biz devamında gereken her tür operasyona girebileceğimizi, ulusal güvenliğimizi tehdit eden, saldırıda bulunan, sivillerimizi öldüren bu örgüte karşı bu operasyonları yapabileceğimizden bütün müttefiklerimizi de haberdar ederek, herkesi uyardık. Afrin Operasyonunu yapacağımızı da duyurduk. Buna neredeyse kimse inanmıyordu ama gerçek oldu.

ZEYTİN DALI’NDAN ZEYTİN DAĞI’NA 360 DERECE

Cumhurbaşkanlığı Uluslararası İlişkiler Başkanlığı tam olarak ne iş yapıyor?

Cumhurbaşkanlığı Uluslararası İlişkiler Başkanlığı 2014’te Sayın Cumhurbaşkanımızın seçilmesinden sonra Cumhurbaşkanlığının teşkilat yapısı altında kuruldu, daha evvel böyle bir başkanlık yoktu. Bununla birlikte Güvenlik Politikaları Başkanlığı, Strateji Geliştirme Başkanlığı gibi başka bir kaç başkanlık da yeni olarak kuruldu. Şunu söyleyebilirim, Sayın Cumhurbaşkanımız Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki rolünü son derece önemsiyor ve bu perspektifin her yerde öne çıkmasını istiyor. Ben AK Parti genel merkezde dış ilişkiler başkanlığında yedi sene koordinatörlük yapmış birisi olarak şunu söyleyebilirim. Genel merkezde dış ilişkiler başkanlığı çok önemli, çok ön planda bir başkanlıktı her zaman. Altını çizdiğim gibi Türkiye’nin 360 derecelik dış politika perspektifi var. Yani siz Zeytin Dalı operasyonu yürütürken Zeytin Dağı’nı da unutmuyor, Kudüs’e uzanıyor ve Kudüs’ün statüsünü bütün dünyada anlatmaya çalışıyorsunuz. Zeytin Dalından Zeytin Dağı’na bir dış politika perspektifine sahipsiniz. Aynı şekilde Balkanlarda aktifsiniz. İki hafta önce üçlü bir zirve gerçekleştirildi ve Balkanlar için çok çok önemli olan Bosna-Belgrad arası bir otobanın yapım kararı alındı, bunun fizibilite çalışmaları başlatıldı bu zirvede. Balkanlar, Ortadoğu, aynı şekilde Afrika. Ay sonunda Cumhurbaşkanının bir Afrika ziyareti söz konusu. Afrika bizim için uzak coğrafyadır demeyip, atlayıp oraya gidiyorsunuz. Ama bunun meyvelerini ne zaman topluyorsunuz. BM’de bir taslak verdiğiniz zaman. 128 evet oyuyla destek buluyorsunuz BM Genel Kurulunda. Afrika kıtasında 54 ülke var. Latin Amerika ve Orta Amerika’yı birleştirdiğinizde 35 ülke var. Toplamda 90-100 ülke, dünyanın yarısı demek. Bu o kadar büyük bir diplomatik perspektif ve bakış açısı ki. Cumhurbaşkanımızın yılda iki sefer Afrika turu yapmasını eleştirenler bu perspektife yetişemeyen insanlar bana sorarsanız. Bu başkanlığı kuran, bu çalışmaları başlatan işte bu perspektiftir.

GÜNCEL GÖRÜŞ BİLDİRİYORUZ

Cumhurbaşkanlığı Uluslararası İlişkiler Başkanlığı 360 derece dış politika perspektifinin neresinde peki? Hükümetle nasıl bir koordinasyon var aranızda?

Biz temel olarak Cumhurbaşkanımızın şahsına hizmet etmekle, servis vermekle görevli bir başkanlığız. Güncel olarak bütün dünyada ne olup bitiyor, uluslararası basında Cumhurbaşkanımız nasıl yer alıyor, dış politika konuları, operasyonlar, diplomatik ilişkilerimiz nasıl, hepsini günlük olarak rapor ediyoruz. Kriz anlarında ‘polis paper’ dediğimiz politika raporları hazırlıyoruz. Görüş bildiriyoruz. Bu görüşü öncelikle cumhurbaşkanımızla ama daha sonra hükümetteki ilgili kurumlarla da paylaşıyoruz. Katiyen bu görüş doğrultusunda hareket edeceğiz değil, bir koordinasyon ve bir istişare mekanizması işletiliyor. Yanı sıra uluslararası raporlar özetleniyor ve Cumhurbaşkanımıza sunuluyor aynı şekilde. Böylece hem güncel ve dakika dakika dış politika takibi mümkün oluyor. Burada Çin’den tutun Balkanlar, Ortadoğu, Latin Amerika uzmanlarımız var. Aşağı yukarı hepsi çalıştıkları bölgenin dillerini biliyorlar. Şuan 12 kişilik bir ekiple çalışıyoruz. Yakında 14-15 olmasını bekliyoruz.

BEBEĞİM 6 AYLIK DEDİM, “E BÜYÜTMÜŞSÜN” DEDİ

Genç bir kadınsınız. Dış politika daha hard power, daha erkek bir alan gibi, burası da yeni kurulmuş bir yapı. Seçilme nedeninizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

AK Parti Genel Merkez Dış İlişkiler Başkanlığındaki tecrübem yön çizici oldu ve bu alanda kalmayı tercih ettim, uzmanlaşmak istedim. Cumhurbaşkanımızın, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra buraya davetinde, bana kendisi bu alanda neler yapabileceğimi sordu. Dış politikanın bu dönemde çok aktif devam edeceğini, alanda çok fazla seyahat edeceğimizi söyledi. Ben de 6 aylık bebeğim olduğunu ve her seyahate gelemeyeceğimi söylemiştim. O da “Ee büyütmüşsün” dedi bana. Bu müthiş bir teşvik aslında, bir kanının hem anne olmasına hem çalışmasına yönelik. Çok sıra dışı bir bakış açısı Türkiye şartlarını düşündüğümüzde, sadece ‘soft power’ alanında değil insani yardımlar, sosyal ilişkiler, sosyal ve kültürel ilişkiler gibi -asla basite indirgemek olarak söylemiyorum- kadının çalışma alanını genişlettiğinizde hakikaten sert siyasetin olduğu bir alanda bir kadını düşünmek çok sıra dışı. Recep Tayyip Erdoğan siyasi tarihinde bir ilk değil. Sonuçta bu hareket içerisinde daha evvelki partiler içerisinde ilk kez kadın kollarını kurmuş inşa etmiş onlarla toplantılar yapmış, onları dışarıda çalışmaya teşvik etmiş biri olarak bir ilk değil tabii ki. Şunu da ekleyebilirim çok sayıda kadın başdanışman var. Yüzde kırk kadar kadın başdanışman var.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI ŞEFFAF, İLKELİ VE SONUÇ ALICI

Devlet heyetleri, liderler arasındaki görüşmelerin bir kısmına, sadece kameralar önündeki kısmına şahit ediliyor kamuoyları. Kapılar kapanınca ikili görüşmelerin nasıl geçtiğini merak ediyoruz haliyle. Sormak istediğim şu; Türkiye muhatapları ile nasıl konuşuyor? Konuşmaların içeriği ve biçimi gördüğümüz gibi mi oluyor, nasıl oluyor?

Türkiye açısından baktığımızda oldukça şeffaf bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Ben çoğu zaman katıldığım görüşmelerin içeriğinin basın toplantısında da oldukça detaylı bir şekilde paylaşıldığını gördüm. Bu şeffaflık ilkesi çok önemli. Siyasi sorumluluk alanındasınız ve sizin esas sorumluluğunuz kamuoyuna karşı. Siz kamuoyunun dış politikadaki taleplerini karşılamak ve onların çıkarlarını korumak üzere orada temsil pozisyonundasınız. Onlarla bu konuşmaları paylaşmak gibi bir sorumluluğumuz var. O açıdan bence şeffaflık birinci ilke. Diplomatik görüşmelerinde son derece şeffaf bir ülkeyiz. Türkiye’nin kırmızıçizgileri belli, dış politikada kaygıları belli, uluslararası tutumu belli.

Örneğin, biz uluslararası sistemin bugün liberal, özgürlükçü, insan haklarını koruyucu ilkelerine karşı değiliz ama biz tam tersi bütün bunların çok iyi korunmadığını düşünerek bu sistemi reforme etmek isteyen bir düşünceye sahibiz. Sistemin çökmek üzere olduğunu son derece fark eden ve bunun acılarını çeken bir ülke olarak, refah toplumları henüz bunun acılarını çekmiyor ama biz bunların acılarını çeken bir toplum olarak hızlı bir şekilde reforme edilmesi gerektiği görüşünde bir ülkeyiz. Dolayısıyla bu görüşmelerde Türkiye'nin birinci ilkesi şeffaflık, dürüstlük, açıklık ve sonuç alıcı olmak. Uluslararası ilişkilerde en sıkıntılı şeylerden birisi diplomaside çok uzun ve ağır görüşmelerin yapılıp bir türlü sonuca erişilememesi ve hatta bazı sonuçları bilinçli ve tercih olarak çözümsüz, sonuçsuz bırakılmasıdır. Hiçbir zaman bu yönetimin böyle bir yaklaşımı olmadı, çözüm odaklı olduk. Kıbrıs meselesinde 2004'teki Annan planında, yapılan referandumda; Ermeni meselesine getirdiği çözüm önerisinde, tarih komisyonunun kurulmasında. Sorunlu olduğunuz ülkelerdeki ilişkileri diyalog yoluyla çözmek gibi pek çok yaklaşımda sonuç odaklı olduk. Ben bu diplomasinin arkasında bu ilkeleri görüyorum.

FETÖ’YÜ ANLATIYORUZ

FETÖ Türkiye'de yapılanırken dünyanın birçok ülkesinde de Türkiye'nin potansiyelinin gücünün iddiasının bir temsilcisi imiş gibi yapılandı. Kendini burada olduğu gibi dışarda da Türkiye'nin ‘soft power’ı’ olarak lanse etti ve henüz deşifre olmamışken destek de gördü devletten, teşvik edildi. Bu yapının terör örgütü olduğu anlaşılınca Türkiye kazıyıp attı, atıyor içinden ama daha önce yayıldığı ülkelerin bir kısmında hala var. Şimdi nereye gitsek, kendimizi anlatmak istesek Türkiye aleyhine çalışan bir FETÖ lobisiyle, bir firari sürüsüyle karşılaşıyoruz. Bize anlatır mısınız, nasıl bir zorluk var dışarıda?

Açıkçası güçlü lobileri ve kullandığı soft power alanları, eğitim ve kültür alanları vardı ama eskisi kadar operasyonel güçleri kaldığına inanmıyorum. Ciddi anlamda bu puzzle dağıldı. Ancak şöyle bir tehlike söz konusu, bazen bunu dostlarımıza anlatamıyoruz. Bu nasıl olur da bir tehlikeye dönüşebilir diye. Bunun bir kült örgüt olduğunu, devlete sızma hedefli olduğunu ve başındaki insanın yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan ‘kendinizi gizleyin saklayın, bulunduğunuz devletlere sızın’ dediğini anlatıyoruz. Bunu özellikle yurt dışında hangi yöntemlerle yapıyor? Oralarda kurduğu okullarda öğrencilerini özellikle o ülkenin yönetici ve iş dünyasının çocuklarından seçmek yöntemi ile yapıyor. O çocukları özellikle o okula alıyor. Afrika şartlarında, Güney Asya şartlarında düşündüğünüzde bir Türk okulu son derece tercih edilir, lüks, konforlu okullar oluyor. Okullara öğrenci seçme yöntemiyle kolaylıkla veliler üzerinden yeri geliyor o devlet içerisine bir memurunu, bir ofis elemanını yerleştiriyor, dolayısıyla bunlar üzerinden devletlerin güçlü alanlarına sızmış oluyor. Bu çok tehlikeli bir yöntem, Türkiye'de de kullandı. Biz şimdi bunu yurt dışında müttefiklerimize anlatmaya çalışıyoruz. “Bu büyük bir tehlike, bugün Türkiye'nin yaşadığını yarın siz de yaşayabilirsiniz. Bu aynı zamanda evveliyatında benzeri de olmayan türden bir terör örgütlenmesi. Soft power kullanma üzerinden insana, kalbe hitap eden bir yöntem. Eğitim alanında varız, kültür alanında varız vs. denilen ama neticede ne görüyorsunuz? Kadifelere bürünmüş bir tank! Ne oldu 15 Temmuz gecesinde? Kendi insanlarını, sivilleri, kendi devletinin demokrasinin üretildiği parlamentosunu bombalayan, sivillerine ateş açan bir hard power gördük. Son derece kötü kullanılmış bir hard power”. Bence bu tehlike bu yapıyı hala içinde barındıran her yer için geçerli.

SİZ DE TEHLİKEDESİNİZ DİYORUZ

Bir benzeri olmadığı ve deşifre olana dek devletten de destek gördüğü için muhatapların anlamakta güçlük çektiklerini anlıyoruz. Peki Türkiye muhataplarına bunu anlattığında ne ile karşılaşıyor?

Türkiye'de yaşadığımız tecrübeyi onlara açmak durumundayız çünkü şu soruyla karşılaşıyoruz; Türkiye'de de bir işbirliği yapılmadı mı bu grupla? Ama şöyle bir gerçek var. Türkiye'de özellikle 2002'ye geri dönelim. Toplumsal hafızamız çok hızlı unutuyor bazı şeyleri ama o yıllara hatırlayalım, sivil asker ilişkileri bugünkü gibi değildi. Sivil idarenin ensesinde sürekli olarak bir asker nefesi vardı. Dolayısıyla Türkiye demokratikleşme süreçlerine çok hızlıca girmek zorundaydı. Onlar da o dönemde sanki bu süreçlerin bir ortağı, partneri gibi kendilerini gösterdiler. Biz de size katkı vereceğiz, dediler. Oysa süreci nasıl manipüle ettiklerini, bu süreçler içerisinde boşlukları kendi adamlarıyla hızlıca doldurduklarını görmüş olduk. Bu tecrübenin arkasında bu gerçek var. Şimdi bunu muhataplarımızı anlatmak durumunda kalıyoruz. Ama bence burada esas önemli olan şu; çok başarısız değiliz.

ABD FETÖ’YÜ ANLAMAKTA DİRENÇLİ

En büyük zorluk nerede?

Bunu anlatmakta dünya çapında baktığımızda en büyük engeli Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerimizde, onlara anlatmak da görüyorum. Onlar çok direnç gösteriyorlar. Hala diyorlar ki “neden Türkiye'de anti-Amerikanizm böyle yüksek?” Siz FETÖ, YPG gibi bütün terör örgütlerine, Türk insanını tehdit eden örgütlere bu kadar destek verirseniz, onun elebaşını ülkenizde barındırırsanız, tabii ki anti-Amerikanizm yükselir ve güven duymaz Türk insanı Amerika'ya. En büyük direnci orada görüyoruz. Onun dışında Afrika ve Asya'da çok ciddi sonuç aldık FETÖ okullarını kapatma, onlara bağlı bütün organizasyonların kapatılması noktasında. Sonuçta devletler şöyle bir ilkeli tutum takılıyorlar; “Ben bir devletim, sen de devletsin, benim muhatabım devlettir. Kendi ülkenin içi ile ilgili bir mesele bu. Sen ne diyorsan ben ona uyarım”. Bu çok ilkesel bir yaklaşım. Dolayısıyla “ben seninle muhatap olurum, sorun yaşadıysan bu mevzu biter benim için” diye yaklaşıyor birçok ülke. O yüzden başarılı görüyorum. Avrupa’da bazı ülkeler farklı. Almanya örneğine bakarsak, özellikle 15 Temmuz sonrası iltica başvurularını çok yüksek oranda kabul etmeleri. FETÖ'nün söylemlerini aynı şekilde çok kullanması. O süreçten sonra Türkiye OHAL sürecini sadece FETÖ'yü, 15 Temmuzun faillerini değil bütün muhalif unsurları bastırma sebebi olarak kullanmış gibi veya 15 Temmuz sonrasında bu söylemi çok kullanmaları. Bazı Avrupalı dostlarımız da bir rol oynadı nedense. Oysaki bunun bütün bir süreç olduğunu anlamaları gerekiyordu.

FETÖCÜ SAYISI AZDI AMA STRATEJİK NOKTALARDAYDI

Hangi noktada anlamaları zorlaşıyor?

Baktığınızda sayısal olarak çok etkili bir örgüt görmüyorsunuz karşınızda ama mesela devletin içerisine çok stratejik pozisyonlara oturmuş bir örgüt görüyorsunuz. FETÖ nedeniyle 70 bin kişi diyelim ki ihraç ediyorsunuz, bu çok büyük bir sayı değil, 80 milyonluk bir ülke sonuçta Türkiye. Ama çok stratejik pozisyonlarda insanları ihraç ediyorsunuz. Şimdi bunu kullanarak diyorlar ki “madem FETÖ bu kadar etkisizdi, bu kadar sayıda nasıl ihraç edilebiliyorsunuz”. Hayır, böyle bir şey yok, sürecin çok zorluğu var. Sürekli kendini gizleyen, ölesiye gizleyen bir yapıdan bahsediyoruz. ‘Ne olursan ol, ne olduğunu söyleme’ üzerine kurulu bir örgüt yapısı. Bu kadar gizlilik içerisinde hata yapılabilir tabii ki, yanlış tespitler olmuş olabilir ama bunu doğrultmak için OHAL İnceleme Komisyonu kuruyorsunuz. Yine bunu kurumsal yapılanmış şekilde çözmeye çalışıyorsunuz. Kamuoyunun gözü önünde hata başvuruları dilekçeleri topluyorsunuz. Ama inanın bazı dilekçelerde görüyorum, daha başvurunun şeklinden görüyorsunuz ki örgütün bir parçası. Tabii ki onlar çok ciddi incelemelerden geçiyor ve adalete teslim ediliyorlar. Batıda olduğu gibi Türkiye'de de bağımsız yargı var, iadeler oluyor, görevlerine geri dönenler ya da dönmeyenler oluyor. Bunlar yargının kararları neticesinde oluyor Türkiye'de.

KUDÜS KONUSUNDA VATİKAN BİZİM GİBİ DÜŞÜNÜYOR

Cumhurbaşkanının Vatikan ziyareti başarıyla tamamlandı. Öte yandan FETÖ’nün Vatikan’a büyük ilgisi vardı. Dinler arası diyalog diyerek Papa ile görüşülüyordu. Mesela Vatikan'da FETÖ izine rastladınız mı? Görüşmelerde FETÖ gündem maddelerinden biri oldu mu?

Açıkçası baş başa görüşmelerde olmuş olabilir diye düşünüyorum. Heyetler arasında görüşmelerde değildi. Bu ziyaretin özünde başlangıcında, biliyorsunuz Kudüs konusu ve Papa Francis'in dünyanın çeşitli bölgelerindeki hassas konulara gösterdiği yakınlık, adaletli bir yaklaşım ve tutum sergilemiş olması var. Müslüman-Hristiyan diyaloğu çok önemli bence. Kudüs'ün statüsünün korunmasında bence artı bir üçüncü olarak Yahudiler de dahil edilebilir bu sürece. Çünkü biz Yahudi aktivistlerden de bu sesi duyuyoruz. Kudüs'ün statüsünün korunmasını, Filistin devletinin kurulması noktasında destek sesleri duyuyoruz. Üç dinin mirası bir şehirden bahsediyoruz. Bunun uluslararası hukukta bir karşılığı var. Çözüme bağlanmış bir konu esasında ve dünyanın yüzde 90’ından fazlası da bu çözümü destekliyor. İki devletli, 67 sınırları öncesine dayalı bir çözüm. Kudüs'ün statüsünün ikili barış görüşmeleri çerçevesinde belirlenmesi, Doğu Kudüs’ün Filistin'in, Batı Kudüs'ün İsrail'in tarafında kalması zaten belirlenmiş. O zaman yeniden karışıklık yaratmak, güven ortamını bozmak neden? Kaldığımız noktadan devam edelim ve bir sonuca ulaşalım. Bunu geriye sarmak ve illegal yöntemlere başvurmak neden? Yani bunu sadece Türkiye sorgulamıyor dünyada, özellikle Avrupa devletleriyle aynı zeminde hareket ediyoruz bu noktada. Vatikan bu anlamda çok güzel ses verdi. İslam İşbirliği Teşkilatında alınan kararlar oldu. Bunun sadece bir İslam dini meselesi olmadığının bir göstergesi anlamında destek mesajı vermesi, bence son derece önemli Sayın Cumhurbaşkanının Vatikan ziyareti.

BİR BATILIDAN İLK KEZ DUYDUM

İlginç bir şey daha oldu Vatikan ziyaretinde. Vatikan Kadın Konseyi kurulmuş ilk defa. Vatikan nezdindeki kültür bakanı kardinalin başkanlığında kurulmuş. Sayın Hanımefendi bu konsey ile bir görüşme yaptı. 15 kadar kadın temsilcinin olduğu, aralarında doktorlar, jinekologlar, sanatçılar, sanat danışmanları, avukatların olduğu bir konsey. Açıkçası Vatikan için bir ilk, Hristiyan yapının içinde kadınların rol alması. Orada çok güzel bir diyalog kuruldu. Bir şey çok dikkatimi çekti. Bir katılımcı, Hanımefendinin başörtüsüyle görünür olmasının altını çizdi ve bunu çok cesur bulduğunu söyledi. Açıkçası böyle bir şeyi ben ilk kez duyuyorum bir Batılıdan.

Şunu fark ettim içinde yaşadığımız çağda inanan insanların aslında bu sistemin nasıl da dışına itilmeye çalışıldığı ve aynı yerden acıyı yaşadıkları, dinleri ile ilgili bir şey gösterirken hep bir engellemeyle karşılaşıyorlar. Çünkü din artık özel alana hapsedilmesi gereken bir şeymiş gibi. Dolayısıyla dışarıya dini bir işaret verdiğinizde bu bir cesaret istiyor. Yani orada altı çizilen oydu. O tecrübe benim için çok değişik ve inanılmaz bir ortaklık yakaladı iki kadın grup arasında. O da dinimizi cesaretle yaşayabilmek, bu çağa rağmen yaşatabilmek, cesaretini gösterebilmek de benim için çok sıra dışıydı.

BAKIŞ AÇIMIZ; ORTAK DEĞERLERİMİZ

Bugün farklı bir durum olsa da Hıristiyan dünyada hala İstanbul’a kendi medeniyetinin kaybedilmiş değerli parçası olarak bakanlar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Papa’ya İstanbul’u resmeden bir gravür hediye etti. Şüphesiz anlamlıydı. Yahut Afrin operasyonuna Zeytin Dalı adı verilmesi gibi başka pek çok olayda anlam yüklü sembollerin, isimlerin kullanılması dış politikada sıkça gördüğümüz bir durum artık. Bu akıl nasıl üretiliyor?

Aslında çok kolay bir bakış açısı. O da ortak değerlerimizi bilmek. İstanbul’u Türkiye Türkler yönetebilir olabilir ama bir Bizans Roma geçmişi var. İstanbul'un Yahudiler için de çok ciddi bir değeri var. O da Endülüs'ten sürüldükten sonra koşup geldikleri, sığındıkları, müthiş ticaret yaptıkları bir yer. İstanbul hepimizin ortak değeri. Dolayısıyla onu paylaşmaktan biz korkmuyoruz, öz güvenimiz tam bizim. Neden korkalım ki İstanbul'u paylaşmaktan. Aynı şekilde Papa'nın verdiği hediye de çok enteresandı. Şeytanı boğazlayan barış meleği resmini verdi Papa. Hatta İtalyan basınında çok tartışıldı ilk kez değişik bir hediye vermiş Papa. Daha evvel hep zeytin unsurlarının kullanıldığı hediyeler verirmiş, ilk kez böyle bir hediye vermiş Cumhurbaşkanımıza. Ortak mesajlar bunlar.

ŞEYTANI BOĞAZLAYAN İYİLİK MELEĞİ

Papa’nın hediyesinin mesajı ne, şeytan kim, melek kim?

Barış meleğiyle birlikte kötü olanı yenmek istiyoruz. Bu buluşmanın başlangıç noktasını biliyoruz: Kudüs. Kötü niyeti, bu barış eli birlikte yenecek. Hep böyle ortaklık ve barış üzerinden verilen mesajlar vardı. E karşınızda tabii dini bir lider var. Dini bir kurulu temsil eden bir lider var. Doğal olarak orada siz olumsuzluklar, siyasetin kötü yüzleri üzerinden bir konuşma beklemiyorsunuz. O yüzden son derece pozitif bir buluşmaydı. Ama dış politikanın kamu diplomasisi boyutu nasıl yapılıyor, değinmek istersek dediğim gibi buradaki ilke. Zeytin dalı operasyonunda savaş karşıtıyız, barış yanlısıyız gibi çığlıklar atıldı ama Türkiye durup dururken bir yere bir operasyon düzenlemiyor.

Bakın Fransa’da iki sene terör saldırıları nedeniyle Charlie Hebdo’dan başlayan iki sene boyunca OHAL devam etti. Altı kez uzatıldı. Toplamdaki ölü sayısı 92. Tabii ki ölü sayısı kriter alınmıyor, yarıştırılmıyor. Her bir can çok değerli ama Türkiye de bir tek terör saldırısında Ankara’da 111 kişi öldü. Bir gecede, 15 Temmuz gecesinde 250 sivil hayatını kaybetti. Bunun neticesinde Türkiye’den hala durduğu yerde durmasını, hareket etmemesini bekliyorsunuz. Meşru müdafaa üzerine kurulu bir harekete geçmeden bahsediyoruz burada. Savaş yanlısı olmadı hiç bir zaman. Barış söylemi, diplomatik ilişkilerle çözmeye çalışmak. Yaptığımız bu. Bakın İran ile kurduğu ilişkiler, Suriye iç savaşından önce Suriye ile ilişkiler kurup onu dünyaya yakınlaştırma. Bütün bunlar diyalog üzerinden diplomasinin çerçevesini oluşturdu. İnsani yardımlarda şu an dünyada gayri safi milli hasılası oranına baktığınızda birinci ülke Türkiye. Dolayısıyla Türk dış politikasının merkezinde bu var. İnsan var. İnsan odaklı. Bir operasyon yapıyorsa da masum, sivil insanı koruma adına yapılan bir operasyon var. Meşru müdafaa hakkı adına yapılan bir operasyon var.

ABD İLE KARAR ANI YAKLAŞIYOR MU?

Cumhurbaşkanı sık sık “sırada Münbiç var” diyor ama Amerika’dan farklı sesler gelmekle birlikte söylenen şu “Münbiç’e girme, Münbiç’den çıkmayacağız, YPG’yi desteklemeye devam ediyoruz”. Türkiye ABD ilişkileri karar anına doğru mu gidiyor?

Türkiye, ABD ilişkileri stratejik ortaklık adı altında tanımlanan ilişkilerdir ve bu çerçevede süregelmiştir. Ancak iki çok önemli stratejik konuda, birisi FETÖ, diğeri YPG ve PYD konusunda biz stratejik müttefikimize derdimizi bir türlü anlatamıyoruz. Bunun Türkiye’nin ne kadar aleyhine olduğunu, Türkiye için bu iki terörist grubun temizlenmesi, yok edilmesi gerektiğini defaatle tekrarlıyoruz. Ancak ne yazık ki bazen Avrupa’da da karşılaştığımız bir refleksle, eğer o terörist organizasyon kendilerine saldıran bir organizasyon değilse, sanki terörist değilmiş gibi davranıyorlar. Yani bu uzak doğunun bir köşesinde olduğunda ne olacak? Güney Asya’nın bir yerinde olduğunda ne olacak? Bir terörist organizasyonu tanımlamak çok da zor bir şey değil. Doğrudan doğruya sivillere saldıran, saldırılarını devam ettiren, kendisini bir şemaya oturtmuş örgütlerden bahsediyoruz. Çok açık ve net. Stratejik ortak tanımı ortadan kaldırmak tabii ki istemiyoruz çünkü NATO gibi çok önemli bir yapının içinde müttefikiz, bu konuların dışında pek çok alanda işbirliği alanımız var. Ekonomi, turizm, kültürel konular, öğrenci alışverişi, ABD’de yaşayan Türk toplumu gibi birçok konumuz var. Bir karar noktasına getirelim gibi bir yerde değiliz.

ABD MÜNBİÇ’TE GERİ ADIM ATACAK

Ama elde olmayan da bir gidişat var?

Münbiç’e girerseniz ABD askerleri ile karşı karşıya kalırsınız gibi bir tehdidi önümüze alıp hareket edecek bir ülke değiliz. Biz sebebimizi söylüyoruz. Siz bize söz verdiniz defalarca, DAEŞ temizlendikten sonra PYD ve YPG‘yi Münbiç’ten çıkartacağız dediniz ama sözünüzü tutmadınız. O zaman biz çıkartırız ve bu toprakları sahiplerine teslim ederiz. Türkiye’nin politikası bu. Türkiye orada kalıcı olma hedefinde değil. Ne Cerablus’ta ne Münbiç’te, ne Afrin’de böyle hedefler koymuş bir ülke değil. Ama şöyle bir hedef koymuş bir ülke; PYD ve YPG terör örgütünün Türkiye, Suriye sınırında bir şekilde siyasi bir yapılanmaya, bir devlet yapılanmasına gitmesine izin vermeyecek. Bu kadar net. Bunun üzerinden belirliyor operasyonunu da, politikasını da. Bence orada geri adım atacak olan ABD olacak. Çünkü Türkiye’nin kararlılığını Afrin’de görmüş oldular.

Bu bir beklenti mi, bilgi mi, öngörü mü?

Bu hafta sonu McMaster, önümüzdeki hafta Tillerson gelecek. Kendi talepleri üzerine Türkiye’ye geliyorlar. Ben bu görüşmelerden böyle bir beklenti içerisindeyim.

ABD “YPG ile DAEŞ’i temizlemek için taktik gereği çalışıyoruz” dedi ama bir senaryonun adım adım haritada gerçekleşmek üzere olduğunu da görüyoruz. PYD-PKK’nın nasıl silahlandırıldığını, eğitildiğini, devletmiş gibi yapılandırılıp cilalandığını da öyle. Öte yandan bu süre içinde oyalamak istediler Türkiye’yi. Türkiye ise gereğini yaptı, göbeğini kendisi kesti. Ama buradaki değerlendirmeyi öğrenmek istiyorum: Taktik gereği deseler de stratejik ortak olarak PYD-PKK’yı mı seçti ABD?

Bir vekalet savaşı yürütüyor ABD burada. Bu vekaleti de YPG-PYD’ye vermiş durumda. Gerekçe olarak DAEŞ’i bölgeden temizlemeyi öne sürüyor. Bizim bildiğimiz kadarıyla, bütün devletlerarası görüşmelerde paylaşılan verilerde de DAEŞ ile mücadele bir zafere ulaştı, bölgeden temizlendi diye kendileri ilan ettiler. O zaman neden PYD’ye hala büyük destek vermeye, silahlandırmaya devam ediyorsunuz? 4 bin tırın üzerinde silah gönderdiniz. Bölgede sadece silahlandırma üzerine politika belirliyorsunuz, Suriye’nin geleceğiyle ilgili bir şey konuşmaya sıra gelince son derece çekinik kalıyorsunuz, sürece katkı verme yönünde herhangi bir parlak fikir üretmiyorsunuz. Veya resmi olmayan rakamlarda bir milyona yaklaşan sayıda kendi insanını öldürmüş Rejimi göndermek üzerinde herhangi bir strateji geliştirmiyorsunuz. Mesela Türkiye için birinci mesele gibi PYD-YPG gösterilmeye çalışılıyor. Hayır öyle değil, tabii ki bizim için bir ulusal güvenlik konusu ama biz PKK ile 30 senedir mücadele ediyoruz ülkemiz içerisinde. Suriye konusu bizim için sadece PYD-YPG konusu değil, biz oraya hızlı insani yardım ulaştırılmasını, oradaki insanların demokratik taleplerini, demografik yapının korunmasını, demokratik bir seçim yapılmasını da önemsiyoruz. Bunlar afaki laflar değil, somut. Karşılığı var bütün bunların. Biz Suriye’yi bütün bir komşu olarak görüyoruz ve o bütünlüğün bozulmaması için çalışıyoruz. E şimdi bir takım batılı ülkelerden sürekli Esad vurgusu duyuyoruz, Esad gitsin. Biz bunu Rusya, Suriye’ye girmeden önce söylüyorduk, neden kimseden ses gelmiyordu. E çünkü şimdi çıkarların başka yönde değişmeye başladığını gördüler, görünce çok korkuyorlar Esad’ın orada kalmasından.

Biz de Esad’ın kalmasına karşıyız. Neden? Kendi insanını, sivillerini öldürmüş bir devlet başkanından bahsediyoruz. Ama bugün gelinen noktada Rusya ve İran orada çok önemli aktörler ve bu aktörleri yok sayarak Suriye’de siyasi süreci devam ettirme şansınız yok. Güvenilirliğini kaybetmiş durumda ABD. Verdiği sözleri tutmuyor. Bazen bize şöyle bir eleştiri geliyor, “ya siz tamam ABD’ye güvenmiyorsunuz da Rusya’ya ne kadar güveniyorsunuz” diyorlar.

Ben Türkiye’nin uzunca bir zamandır dış politika reflekslerini rasyonelite üzerine oturttuğunu düşünüyorum. Rusya ile ilişkilerimizde son derece rasyonel bir zemine oturtulmuş durumda. Burada kendi bilginize, sağduyunuza, aklınıza, satranç tahtasındaki hamle kabiliyetinize göre hareket ediyorsunuz. Burada duygusal bir ilişki kurmak söz konusu değil. Nitekim daha şunun şurası iki sene önce uçak krizi yaşamışız, bunu da çok hızlı şekilde çözmüşüz. Gelinen noktada Rusya ile 20 milyar dolar bir ticaret hacmimiz var, 2017 senesinde 4.7 milyon Rus turist Türkiye’ye geldi, çok hızlı şekilde bunu tedavi etmişiz. Bu nasıl oluyor, bir takım duygusal ilişkilerle olmuyor, akli melekelerinizi sonuna kadar çalıştırarak mümkün oluyor.

İNCİRLİK VE KÜRECİK NE OLACAK?

ABD’nin canımızı yakan terör örgütlerini desteklemesinin, Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate almamasının yükselen ABD karşıtlığının yanı sıra bir sonucu daha oldu Türkiye kamuoyunda. İncirlik ve Kürecik kapatılsın isteniyor?

Tabii öncelikle bu üsler Türkiye’ye aittir. Dolayısı ile tüm kullanım hakları da Türkiye’dedir. ABD’nin oradaki varlığı NATO savunma faaliyetleri çerçevesindedir. Bu üslerin ABD’ye kullandırılması NATO müttefikliği ve Türk-Amerikan stratejik ortaklığı çerçevesinde oluşturulmuş bir savunma işbirliğidir.

Bugün Türk insanı Amerikan bayrağını YPG teröristlerinin kolunda görünce haklı olarak hangi müttefiklik üzerinden onlara üssümüzü açıyoruz sorgulaması yapıyor. Bir kolunda YPG amblemi diğer kolunda Amerikan bayraklı pek çok teröristin resmi düştü internete bugüne kadar. Türkiye’ye mütemadiyen saldırı düzenleyen bu teröristler sizin müttefikiniz ise biz hangi ittifaklar çerçevesinde bu zeminleri size kullandıracağız? Bu konuyu 15 Temmuz’dan sonra da sıkça tartıştık. O zaman olduğu gibi şimdi de kapatılması gündemde olmasa da bu soruların kamuoyunda sorulmasını çok da haksız bulmuyorum.

AYRIŞMADAN DEĞİL ANLAŞMADAN YANAYIZ

ABD ile Avrupa ülkeleri arasındaki ayrışma ve uzaklaşmayı konjonktürel olarak Türkiye’nin lehine bir gelişme olarak mı değerlendiriyoruz?

Ayrışma olarak tanımlayabilir miyiz emin değilim. Yani bu kadar karşılıklı bağlılık içerisinde olduğumuz küresel bir çağda ne kadar ayrışabiliriz? Bence ayrışabileceğini düşünenler örneğin Amerikan Başkanı Trump gibi izolasyon politikalarını benimseyenler akıntıya kürek çekmiş olurlar. O arada da bu bağımlı olma halinin son derece farkında olan Çin gibi ülkeler atı alıp Üsküdar’ı geçer. O yüzden biz ayrışma ve uzaklaşmaların değil beraberliğimizin öneminin bilincinde bir ülke olarak Batı ile de Doğu ile de yakın olmayı Türkiye’nin lehine görüyoruz.

TÜRKİYE ESED İLE GÖRÜŞECEK Mİ?

Esed ile görüşecek miyiz?

Bu soruyu son zamanlarda çok sık duymaya başladık. Hatta Türkiye’nin Zeytindalı Harekatına destek veren Batılı siyasetçiler de yaptıkları açıklamalarda bu desteğin arkasından bir cümlecik “Esed’siz bir Suriye vurgusu” yaptılar. Doğrusu bunları şimdi duymak bana ilginç geliyor. Türkiye bu savaşın başından beri bu vurguyu yaparken Batılı dostlarımız bu cümleleri kurmuyordu. Biraz geç kalınmadı mı bunun için? Bugün Esed rejimini destekleyen iki önemli aktör var Suriye coğrafyasında. Rusya ve İran. Peki Suriye savaşını Rusya ve İran olmadan çözebilir misiniz? Hayır. Rusya ve İran Esed’i istiyor diye kabullenecek miyiz? Tabii ki ona da hayır! Ama bu noktadan sonra masadan kalkmayı gerektirecek bir konu olmaktan çıkmıştır.

ESED’İN SİYASİ MEŞRUİYETİ BİTMİŞTİR

Esed neyin konusudur peki?

Bence burada sorgulanması gereken kendisinin meşruiyetidir. İster Rusya ister İran arkasında olsun, ister Türkiye bir gün Esed’le görüşecek olsun Esed’in siyasi meşruiyeti bitmiştir. Kendi toplumuna katliam yapan, kimyasal saldırı düzenleyen bir lider o makamı ne kadar taşıyabilir? Suriye halkının özgür iradesi tecelli etme fırsatı bulduğunda zaten Esed o koltukta oturmuyor olacak.

RUSYA’NIN TÜRKİYE’DEN ESED İLE İLGİLİ TALEBİ YOK

Astana süreci Esed’li geçiş sürecinden bahsediyordu. Rusya’nın Türkiye’den böyle bir talebi var mı?

Astana sürecinin özünde Esed konusu yoktur. Astana süreci sahada çatışmasızlık bölgeleri oluşturmak, ateşkesi sağlamak ve barışı tesis etmeye başlamak için üç ülkenin garantörlük rolü ile başlatılmış bir süreç. Politik olmaktan çok askeri bir süreç diyebiliriz. Dolayısıyla Suriye’de politik sürecin bir parçası olabilecek Esed tartışması Astana süreçlerinde olmadı. Bazen Rusya’nın Suriye için anayasa taslağı oluşturma gibi girişimleri olduysa da bu Astana çerçevesinde tutmadı. Türkiye’ye böyle bir istek de iletilmedi.

RUSYA İLE İLİŞKİLERİMİZ DUYGUSAL DEĞİL RASYONEL

Bütün bu süreçlerde Rusya’dan ne kadar eminiz?

Biz Rusya ile duygusal bağlar zemininde ilişkiler kurmuyoruz. Çok önemli ekonomik ve ticari ilişkilerimiz var. Türk Rus ilişkilerinde son derece belirleyici 20 milyar dolar gibi bir ticaret hacmimiz var. Dolayısıyla karşılıklı kazancın, aklın, sağduyunun, bilgi ve tecrübenin öne çıktığı bir ilişki şekli Türk-Rus ilişkileri.

RUSYA’NIN MİHRAÇ URAL AÇIKLAMASININ ANLAMI

Peki, Reyhanlı sanığı Mihraç Ural’ın Soçi’de boy göstermesinin anlamı nedir?

Bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Rusya bu şahsın kongreye sızdığını söylüyor. Buna itimat etmek durumundayız. “Sızdı” demek de “ben de orada olmasına razı değildim” demektir. Sonuçta bunu Rusya söyledi. Türkiye’nin kırmızıçizgisini göz önünde bulundurmak zorunda oluşunun itirafıdır bu cümleyi sarf etmek. Aksi takdirde arkasında dururdu.

Astana’da üç eşit garantör devlet olarak varız ama bu devletlerin Türkiye’nin sahada da masada da zayıf kalmasını istemesi kimseyi şaşırtmaz herhalde?

Onların sizi nasıl görmek istediği üzerinden belirlenmiyor uluslararası ilişkiler. Sizin kendinizi nasıl konumlandırdığınız ve manevra kabiliyetlerinize göre belirleniyor. Biz ne sahada ne de masada zayıf bir ülkeyiz.

2018 AB İLE İLİŞKİLERDE YENİ BİR YIL OLACAK

Avrupa’da yabancı düşmanlığı İslamofobi adım adım yükselirken ve Türkiye Avrupa’yı uyarırken deniyordu ki, AB değerleri ilkeleri uygulanamıyor çünkü öncülük edecek liderler yok devletlerde. Aslında şu an da bir şey değişmiş değil, bilakis zayıf hükümetler var, koalisyon bile kuramıyorlar, ırkçı partiler yükseliyor vesaire. Hal böyleyken Türkiye AB ilişkileri nasıl yeniden ivme kazanacak?

Bu senenin Türkiye ve AB ilişkileri açısından yeni bir yıl olmasını bekliyoruz, bu doğru. Özellikle geçen yıl Avrupa’da seçimler yılıydı diyebiliriz. Ve o gergin ortamın sona ermiş olabileceği umudu ile beklentimiz daha yüksek. Siyasette bu iniş çıkışları iyi takip edip konjonktürü değerlendirmezseniz bir arpa boyu yol gidemezsiniz. Şimdi bu seçim sonrası dönem Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandırabilir. Nitekim 26 Mart’ta Varna’da Sayın Cumhurbaşkanımız ile bir liderler zirvesi düzenlenecektir -ki çok belirleyici bir buluşma olacak.

Evet, doğru söylüyorsunuz, Avrupa bugün çok esaslı sorunlar yaşıyor. Aşırı sağın yükselişi, yabancı düşmanlığı, İslamafobik saldırganlık, entegrasyon sorunları… Bütün bunlar mevsimlik gelişmeler değil ve çok derinlerde bir yerlerde kökleri var. Avrupa kendisi bunun ne kadar farkında bilmiyoruz ama biz dışarıdan bir göz olarak bunu görebiliyoruz.

Ancak çözümü de ayrışmada, yolları ayırmakta görmüyoruz. Tam tersi bizim tezimiz “Ancak Türkiye gibi Müslüman yoğunluklu bir nüfusa, aynı zamanda demokratik bir siyasal sisteme sahip bir ülke” ile Avrupa bu sorunlarını aşabilir.

Ne kadar ayırabilirsiniz yolları? Demin dediğim noktaya gelir bu. Akıntıya kürek çekmek. Dünyada bu kadar hızlı bir telekomünikasyon, ulaşım ve ulaştırma araçları, insan gücünün yer değiştirmesi ve dahası dünya gezegeni üzerindeki siyasetin umurunda olmadığı, gözünü uzayın derinliklerine dikmiş bir genç nesil varken…

Bugün Avrupa genelinde altı milyonu aşkın sayıda Türk nüfus, 20 milyon civarında da göçmen nüfus var. Siyaseti bu insanlar için yaptığımıza göre onların sorunlarına çözüm bulmak bizim işimiz. Ve çözüm ayrışmadan değil, birleşmeden geçiyor.

HİLAFET DEĞİL FARKINDALIK MESELESİ

İİT dönem başkanı olarak Türkiye’nin Kudüs için önce İİT’yi sonra BM’yi harekete geçirmesi ve sonuç alması İslam dünyasında, özellikle halklar nezdinde büyük heyecana yol açtı. Türkiye adı konmamış şekilde İslam dünyasına liderlik ediyor, edecek gibi. Sanki bir silüet beliriyor. Bir nevi Halife gibi… Türkiye’nin İslam dünyasıyla ilgili hedefleri neler?

Öncelikle Türkiye İslam ülkelerinin refah toplumlarına dönüşmesini istiyor. Sadece maddi bir refah toplumundan bahsetmiyoruz. Zira bu adaletten söz etmek için yeterli değil. Maddi ve manevi gücün biraraya gelmesinden bahsediyoruz.

Diğer yandan İslam dünyası kendi gücünün farkına varsın istiyoruz. Nüfusu, yeraltı zenginlikleri, değerleri ile dayanışma içerisinde bir İslam dünyasının altından kalkamayacağı bir zorluk yoktur.

Bence burada sorun bu dünyayı bir araya getirecek bir Halifenin eksikliği meselesi değil, farkındalık meselesi. Hilafet tartışması çok sofistike bir tartışma ve burada bir kalemde verilebilecek bir cevap değil. Türkiye’nin böyle bir iddiası da yok. Ama İslam dünyası sahip olduğu dinamikleri, potansiyeli fark etmeli önce. Kendine güvenmeli. Bir de birbirlerine güvenmeli.

FİLİSTİN SORUNUNU TÜRKİYE VE İNGİLTERE ÇÖZEBİLİR

Diğer yandan Türkiye’nin Kudüs konusunda atmış olduğu adımlar sadece İslam dünyası adına değil, insanlığın vicdanında adalet borcumuzu yerine getirmek adına atılmış adımlardır. Filistin toprakları geçtiğimiz yıl yani 2017’de 100. Yılı kutlanan Balfour deklarasyonu (1917) ile onların olmayan birileri tarafından onların olmayan birilerine bir mektupla armağan edildi. Gitgide genişleyen İsrail işgali ile Filistinlilerin bugün ne bir vatanı var, ne de yaşanmış hayatları var. Ben Yahudiler gibi yüzyıllarca vatansız kalmış bir milletin bunu nasıl başka bir millete yaptığını anlayamıyorum.

Şimdi bu utanç vesikası Balfour’un bertaraf edilmesi Filistinlilerin de kendi toprakları üzerindeki en doğal hakkı olan devlet kurma hakkı verilmesi ile mümkündür. Ben burada iki devletli çözümü ve Filistinlilerin haklarını da savunan İngiltere’ye de çok önemli bir rol düştüğünü düşünüyorum. Mesela biz İslam dünyasında bu inisiyatifi alırken onlar da Avrupa ve Batı dünyasında alacak olsalar büyük bir sinerji yaratarak insanlık tarihinin en büyük utançlarından biri olan Filistin sorununu çözüme kavuşturabiliriz.

Uluslararası hukukta bu konuda kazanım olarak görebileceğimiz iki devletli çözüm ilkesinden yola çıkarak Filistin Devletini tanıyan ülkelerin sayısını arttırmak bu arabanın tekerleklerini döndürmek için iyi bir başlangıçtır.

HEM ZEYTİNDALI’NI UZATIR HEM EGE’YE SAHİP ÇIKARIZ

Ege adalarıyla ilgili sıcak tartışmalar var, Türkiye ne yapacak? Lozan bahsinde özellikle?

Cumhurbaşkanımız Yunanistan’a bir ziyaret yaptı. Orada Lozan bahsi açıldı. Batı Trakya Türklerinin ve genel olarak Yunanistan topraklarında yaşayan Türk azınlığın pek çok sorunları var. Zamanın şartlarına göre değişen ihtiyaçları ve talepleri var. Türkiye’de de Yunanistan’da da Lozan denince sınırlar konusu anlaşılıyor. Oysa Lozan’da mübadele var, bu nüfusların mülkiyet hakları, vatandaşlık hakları gibi hala çözülememiş konular var. Sayın Cumhurbaşkanımız bu güncellenme ihtiyacından bahsediyor.

Diğer yandan böyle bir zamanda Ege denizindeki kayalıklara çıkmak, çelenk bırakmak gibi konuları çok provakatif buluyorum. Bu zaten Türkiye ile Yunanistan arasında bitmeyen bir gerilim alanı. Bugün Türkiye Zeytindalı operasyonu ile meşgulken dikkatini başka yöne çekmeye çalışıyorlar ama yanılıyorlar. Zeytindalı operasyonu yapıyor olmamız bizi diğer dış politika alanlarında zayıf kılmaz. Türkiye kadın gibidir, aynı anda pek çok işi yapar.