Trump’ın “ekibiyle” birlikte, Obama döneminden yöntem ve biçim olarak farklı ancak içerik olarak ABD’nin uzun yıllardır süregelen bölgesel çıkarlarına uygun bir siyaset izleyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yönetim tarzındaki aktivizminden hareketle Trump’ın Ortadoğu’da izleyeceği siyasetin keskin, etkin ve sonuç-odaklı olacağı da söylenebilir.
Yrd. Doç. İsmail Numan Telci / Sakarya üniversitesi, Ortadoğu Enstitüsü
Birçokları için gerçekleşmesi imkansız gözüken Donald Trump’ın başkanlığı 20 Ocak itibariyle artık bir realite. Trump’ın seçim sürecindeki söylemlerinden hareketle dünyanın farklı coğrafyalarında duyulan endişeler, yerini yakın dönemde karşılaşılması muhtemel problemlere bıraktı. Türkiye’nin son yıllarda çok daha yakından ilgilendiği Ortadoğu da bu durumun istisnası değil. Aksine, Trump’ın dış politika söylemlerinde önemli yer tutan coğrafyalardan birisi.
Trump’ın başkanlığı ile birlikte cevabı merak edilen soruların başında Obama döneminde Ortadoğu’da oluşan sorun alanlarının Trump döneminde daha da derinleşip derinleşmeyeceği gelmektedir. Nitekim, Arap devrimleri sürecinde izlediği tutarsız politikalar, bölge halklarının demokrasi talepleri karşısında dik duruş sergileyememesi, Mısır örneğinde olduğu gibi demokratik seçimle işbaşına gelmiş bir rejimin askeri darbeyle ortadan kaldırılmasına seyirci kalması ve Suriye’de gösterdiği güvenilmez tutum nedeniyle Obama dönemi Ortadoğu için felaketlerle geçmiştir. Peki, Trump’ın başkanlığı Ortadoğu için ne anlama geliyor?
İsrail/Filistin meselesi
Gerek şu ana kadar olan söylemleri gerekse de göreve gelişinin ardından gerçekleştirdiği ilk icraatları ve görüşmeleri açısından bakıldığında Trump yönetiminin bölge için “hayırlı” bir dönüşümü gerçekleştirebileğini söylemek yanıltıcı olacaktır. Bu durum ilk etapta kendisini İsrail/Filistin meselesinde göstermektedir.
Her ne kadar günümüz Ortadoğu siyasetindeki sorunlar ajandasında arka planda yer alıyor gibi görünse de İsrail/Filistin meselesi Trump’ın bölge siyasetini anlamada belirleyici unsurlardan birisi olacaktır. Nitekim daha seçilmeden İsrail’e birçok konuda desteğini açıklayan Trump, göreve gelişinin ardından da ilk olarak İsrail Başbakanı Netanyahu’yla telefonda görüşmüştür. Yine bu süreçte Trump’ın İsrail’deki ABD Başkonsolosluğu’nun Kudüs’e taşınmasının takipçisi olacağını belirtmesi ve Tel-Aviv yönetiminin yeni yerleşimlere onay vermesine sessiz kalınması da Filistinlilerin Trump döneminde zor bir sürece maruz kalacağının göstergeleridir.
Bu anlamda dikkat çeken bir diğer gelişme de Trump yönetiminin yayınladığı Başkanlık genelgesinde Filistin’i resmi olarak tanıyan ve üyelik veren uluslararası kuruluşlara yardımın kesilmesi maddesinin yer almasıdır. Yaşanan bu gelişmeler ve yapılan açıklamalar yeni Washington yönetiminin Filistin/İsrail sorununa yaklaşımı hakkında ciddi işaretler vermektedir.
Trump’tan Sisi’ye destek
İkili ilişkiler anlamında Trump yönetiminin Ortadoğu politikasında önem vereceği aktörlerden birisi de Mısır’daki Sisi rejimdir. Seçilmeden önce yaptığı görüşmeler kapsamında Abdülfettah El-Sisi’yi de ağırlayan Trump’ın o dönemde yaptığı açıklamalar dikkat çekmişti. Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleştirilen askeri darbe ile iktidara gelen ve 14 Ağustos’taki Rabia Katliamı’nın baş sorumlusu olarak kabul edilen Sisi hakkında “O çok iyi bir iş başardı. Mısır’ı kontrol altına aldı ve ülkeyi teröristlerden temizledi” diyen Trump, hem Mısır gibi bir müttefiki yeniden “tam anlamıyla” ABD’nin arkasında görmek istediğinin işaretlerini vermiş hem de Müslüman Kardeşler hareketine yönelik politikasının da hangi bağlamda olacağını göstermiştir. Nitekim Trump, 20 Ocak’ta başkanlık görevine gelişinin ardından ikinci telefon görüşmesini Sisi ile yapmış, izleyen günlerde de Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı talimatla Müslüman Kardeşler hareketinin “terör örgütleri listesine alınması” konusunda görüş istemiştir.
Trump döneminde ABD’nin Ortadoğu politikasının izlenen yöntemler ve işbirliği yapılan aktörler bağlamında da Obama döneminden farklı olacağı söylenebilir. Bu noktada Obama’dan farklı olarak Trump’ın bölgedeki devlet-dışı aktörlerden ziyade resmi ve devlet düzeyindeki aktörler üzerinden dış politikasını sürdüreceği belirtilebilir. Bu noktada Trump’ın bazı açıklamaları ipuçları vermektedir. İngiliz Times ve Alman Bild gazetelerine yaptığı açıklamada Trump’ın “Suriye’de güvenli bölgeler oluşturulmalı ve bunun maliyetini Körfez’deki müttefiklerimiz karşılamalı” şeklinde görüş belirtmesi Washington’un Körfez yönetimlerini yeniden Ortadoğu siyasetinin merkezine alacağının göstergesidir. Bu açıklamayı önemli kılan bir başka boyut da Trump’ın herhangi bir devlet-dışı grubu değil devletleri aktör olarak kabul edeceğini ima etmesidir.
Bu anlamda verilebilecek bir diğer örnek de Trump’ın DEAŞ’a yönelik politikasını daha da sertleştirebileceğinin sinyallerini vermesidir. Trump’ın yemin töreni sırasında yaptığı konuşmada DEAŞ’a yönelik sert söylemleri bunun bir göstergesi olarak okunabilir. “Radikal İslami terörizmin” kökünün kazınması gerektiğini ifade eden Trump, bu bağlamda DEAŞ’la sonuna kadar mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Bu anlamda bir başka örnek olarak da Trump yönetiminin FETÖ yapılanmasına yönelik yaklaşımı gösterilebilir. Trump’ın takımının önemli figürlerinden olan Michael Flynn’in geçtiğimiz Kasım ayında yayınladığı makalesinde FETÖ ile ilgili çarpıcı tespitlerde bulunması Trump yönetiminin devlet-dışı aktörlere olan yaklaşımının bir başka göstergesidir. Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı olarak atanan Flynn, makalesinde Obama yönetiminin FETÖ lideri Gülen’e sahip çıkmasına tepki göstermiş ve örgütü “maskeli terör ve istikrarsızlık kaynağı” şeklinde tanımlamıştır. Flynn ayrıca “Ankara’nın yaklaşımına göre Washington, Türkiye’nin Üsame bin Ladin’ine kucak açıyor. 11 Eylül’ün ardından bin Ladin’in Türkiye’nin bir köyünde rahat bir hayat yaşadığını öğrenseydik ne yapardık?” cümleleriyle FETÖ’ye olan tepkisini açıkça ifade etmiştir.
Suriye politikası ve PYD
Bu noktada Trump yönetiminin istisna tutulabileceği tek örgütün PYD olması muhtemel gözükmektedir. Trump yönetiminin Suriye politikasında belirsizlikler devam ederken, bu anlamda Washington denkleme dahil olmanın yollarını aramaktadır. Bu durumun farkında olan Türkiye ise daha ilk günden Trump’a Obama yönetiminin PYD konusunda yaptığı hataları tekrarlamaması konusunda uyarılarda bulunmuştur. Gelinen noktada Trump’ın Suriye siyasetinin yönü ve bu bağlamda PYD ile ilişkilerinin hangi çerçeveye oturacağı henüz tam anlamıyla netlik kazanmış değildir. Bununla birlikte Trump’ın Türkiye ile ilişkilerinde olası kriz alanlarını en aza indirmek isteyeceği ve hem Suriye hem de Ortadoğu politikasında bu durumu göz önünde bulunduracağı da unutulmamalıdır.
Trump’ın Ortadoğu siyasetini, sadece Türkiye ile değil, geleneksel olarak ABD’yle yakın ilişkiler içerisinde olan Arap rejimleriyle de iyi bir çizgide yürütmek isteyeceği görülmektedir. Bu nedenle her ne kadar Amerikan iç siyasetine dönük keskin ithamları endişe uyandırdıysa da özellikle Körfez’deki birçok aktör Trump’ın bölgeye yönelik politikaları konusunda “umut” taşımaktadır.
Bu ülkelerin bazıları Obama yönetimi sürecinde zaman zaman ikincil aktör olarak görülmüş ve bu nedenle ABD’ye mesafeli bir duruş sergilemişlerdir. Trump’ın göreve gelişiyle bu yönetimler ABD’nin bölge siyaseti için yeniden “birincil” aktör haline gelmeyi ümit etmektedirler. Bu şekilde bölgesel politikalarda kendilerine tehdit oluşturabilecek İran gibi ülkelere karşı ABD’yi yanlarına almak ve bir taraftan da özellikle Moskova’nın son dönemde artan etkisine karşı Washington’u bir denge unsuru olarak kullanmak isteyeceklerdir.
Endişe veren kararlar
Trump’la ilgili en merak edilen hususlardan birisi seçim sürecinde başlayan ve günümüze kadar uzanan keskin söylemlerin ne derece pratiğe dökülebileceğiydi. NATO’yu “modası geçmiş bir kurum” olarak tanımlayan ya da Avrupa Birliği’ni “Almanya için bir araç haline gelmekle” eleştiren, en büyük vaatlerinden birisi olarak Meksika sınırına duvar örmek olan ve Müslümanların kayıt altına alınmasının şart olduğunu iddia eden Trump’ın göreve gelişinin ardından bu konularda kendisinden beklenen adımları attığını görmek, diğer konularda da endişe veren kararların alınabileceğini akıllara getirmektedir. Nitekim, Trump’ın son olarak Irak’taki petrollerle ilgili yaptığı “Irak işgal edildiğinde bu ülkedeki petrolün kontrolünü ABD almalıydı. Bunun için hala şansımız var” ifadelerini kullanması yeni Washington yönetiminin “potansiyelini” göstermesi bakımından önemlidir.
Dolayısıyla gerek dünya ölçeğinde gerekse de Ortadoğu özelinde Trump’ın “ekibiyle” birlikte, Obama döneminden yöntem ve biçim olarak farklı ancak içerik olarak ABD’nin uzun yıllardır süregelen bölgesel çıkarlarına uygun bir siyaset izleyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yönetim tarzındaki aktivizminden hareketle Trump’ın Ortadoğu’da izleyeceği siyasetin keskin, etkin ve sonuç-odaklı olacağı da söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında daha ziyade “içeriye dönük” mesajlarıyla ön plana çıkan Trump’ın bu politikasının bir süre sonra ABD’yi hem Ortadoğu hem de dünya siyasetinde “etkin bir aktör” haline getirme şeklinde bir siyaset biçimine dönüşeceği tahmin edilebilir.