Semavi Eyice, bir asra yaklaşan ömründe, İstanbul’daki tarihi mirasın çeşitli veçhelerinin hafızasını oluşturdu, sanat tarihi alanındaki tartışmaların içinde bulundu. Ayrıca Bizans ve Osmanlı eserlerinin çok özel örneklerini içeren İstanbul’un tarihi yapıları hakkında pek çok yazı kaleme aldı. Şüphesiz Eyice’nin metinleri yalnızca sanat tarihinin, kültürel tartışmaların değişen etkisini değil aynı zamanda siyasi hayattaki somut müdahalelerin sonuçlarını da yansıtır.
Asım Öz / Yazar
Arkeoloji ve sanat tarihi kategorileriyle gerçekten esaslı bir kimlik sahibi olacak şekilde ilgilenen Semavi Eyice, 1940’ların sonlarından itibaren Türki-ye’deki sanat tarihine dair araştırmaların merkezinde yer alır. Bu alanda yazılan kitaplara ve metinlere yakından bakıldığında kendisinin oluşturduğu derin etki hemen fark edilir. Osman Nuri Ergin, Reşat Ekrem Koçu, A. Süheyl Ünver, Ekrem Hakkı Ayverdi, Kâzım Çeçen gibi isimlerin çalışmaları başkalarının ilgisini çekmeden çok önce Eyice tarafından tanınmıştır. Üstelik bazılarına ilişkin eleştirelliği de göz ardı edilemez. Kendisini ilgilendiren konulardaki bütün kitapları mümkün mertebe elde etmeye çalıştığı için ilk gençlik yıllarından itibaren kitapçılar ve sahaflarla geliştirdiği münasebet, temel ilgi alanı doğrultusunda devasa bir kütüphane kurmasını sağladı. Haliyle Eyice, 1980’lerden sonra çok farklı çevrelerden ilgi gördü, İstanbul’un tarihi mirasının muhafızlarından biri olarak baş tacı edildi. 1990’lardan sonra ise belli mahfillerde tanınmanın ötesine geçen yazarlardan biri haline geldi. Nitekim kendisiyle yapılan söyleşiler ve hakkında çıkan sınırlı yazıların miktarı bu yıllarda arttı. Ne var ki, sanat tarihi etrafında açtığı tartışmalar kendisi hayattayken bir neticeye kavuşmadı.
Memleket irfanı ve sanat
Doğum tarihi üzerindeki karmaşa /sis perdesi kalkmasa da Semavi Eyice, 9 Aralık 1922’de İstanbul Kadıköyü’de doğduğunu belirtmek suretiyle bunlara son noktayı koydu. İlköğrenimini Kadıköy Saint Louis ve Saint Joseph okullarında tamamladı. 1943’te Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Arkeoloji ve Sanat Tarihi okumak üzere Almanya’ya gitti; 1944’te Viyana, 1944-45’te Berlin üniversitelerinde öğrenim gördü. Bununla beraber Eyice’nin doçentlik jürisinde yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kendisi için “Bak işte şehir çocuğu, şehir çocuğu” cümlesini kurması sebepsiz değil. Zaman zaman Frenk ülkelerinde ve mülk-ü İslâm’da ve memleketin başka şehirlerinde yaşamak zorunda kalsa da Eyice daima “muazzam şehir, günlerce konuşulsa bitip tükenmez” dediği İstanbul’la anıldı. 28 Mayıs 2018’de bu şehirde vefat etti. Şüphesiz onun vefatıyla birlikte üzerinde az durulan sanat tarihi dalının en bilgili araştırmacısı kaybedildi. Bu bakımdan Türk sanat tarihi onun eksikliğini daima duyacaktır. Çeşitli zorluklara rağmen çalışmalarını hiç aksatmayan Eyice’nin boşluğunun kolay kolay doldurulamayacağı söylenebilir.
Semavi Eyice, bir asra yaklaşan ömründe, İstanbul’daki tarihi mirasın çeşitli veçhelerinin hafızasını oluşturdu, sanat tarihi alanındaki tartışmaların içinde bulundu. Ayrıca Bizans ve Osmanlı eserlerinin çok özel örneklerini içeren İstanbul’un tarihi yapıları hakkında pek çok yazı kaleme aldı. Şüphesiz Eyice’nin İstanbul konulu metinleri yalnızca sanat tarihinin, kültürel tartışmaların değişen etkisini değil aynı zamanda siyasi hayattaki somut müdahalelerin sonuçlarını da yansıtır.
Sanatı, kültür tarihinin bir parçası kabul eden Semavi Eyice, “memleket irfanı için” edebiyat tarihi kadar önemli olan bu alanın tarihçisiydi; üç-gen şeklindeki tarihi İstanbul’un kültürel mirasını çözümleyen bir arkeologdu; mimarideki etkileşimleri, dönüşümleri ve en geniş manasıyla mekânları şekil analizinin ötesine geçerek inceleyen yetkin bir araştırmacıydı. İstanbul’u, sanat tarihi öğrenimi gördüğü yıllarda elinde Zeiss marka fotoğraf makinesi sokak sokak gezerek gerek şehir dokusunu gerekse eski eserlerini yakından tanıdı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi kürsüsünde Alman hocası Ernest Diez’in verdiği bir seminer ödevi çerçevesinde şehrin sebillerini ardından da lisans tezi için minarelerini araştırdı. Böylece o yıllarda bir dereceye kadar eski gravür ve fotoğraflardaki hususiyetlerini hâlâ koruyan “tarihi İstanbul’un” bozulmamış halini yakından görme imkânı elde etti. Akademik çalışmaları tabaka tabaka yükseldi. 1948’de mezun olduğu kürsüye bir yıl sonra asistan oldu, çok partili hayatın ilk yıllarında, 1952’de “Side’nin Bizans Dönemi’ne Ait Yapıları” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Büyük bir gayretle doçentliğe hazırlanmaya başladı ve 1955’te “Son Devir Bizans Mimarisi” tezini sundu. Bizans eserleri kadar Osmanlı erken dönem dini mimarisiyle de ilgilendi. Batılı sanat tarihçilerinin ters T tipi yahut yan mekânlı camiler gibi adlar yakıştırdığı zaviyelere odaklandı. Bu konuda hazırladığı çalışma İktisat Fakültesi dergisinin özel bir sayısında hacimli bir makale şeklinde yayımlandı. “İlk Osmanlı Devri’nin Dinî-İçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler” başlıklı bu çalışmasıyla 1964’te profesörlüğe terfi etti.
Semavi Eyice’nin İstanbul’a ilgisi hayatı boyunca devam etti; şehrin kaybolan eserlerinin peşine düştü, Eski İstanbul’dan Notlar (2006) kitabında eski fotoğraflardan yansıyan, artık var olmayan şehre dair “iç burkan” bir tablo ortaya koydu. Ayrıca çeşitli metinlerinde İstanbul’un imarı için yabancı şehircilik uzmanlarının 1930’lardan itibaren hazırladıkları raporların değerlendirmesini yaptı. Çünkü kendisi, raporların modern İstanbul’u ele almak için faydalı ve değerli bir etüt olduğu görüşündedir. Zaten kentsel mekânın değişimine sebep olan etkenler ancak şehir imarı ve kültür tarihi bakımından çok değerli birer belge hüviyetindeki bu raporlara bakıldığı takdirde ayrıntılarıyla kavranabilir. Elbette şehirlere ilgisi sadece İstanbul’la sınırlı değildir. Selçuklu ve Osmanlı sanatını etkileşimler çerçevesinde vukufiyet kesbetmeyi esas alan bir bakış açısıyla Ankara’dan Ohri’ye, Budin’den Bursa’ya, Erzincan’dan İşkodra’ya uzanır.
Semavi Eyice’nin araştırma ve ilgi sahası hep sanat tarihi çerçevesi içinde kaldı diyebiliriz. Kendisi akademisyen olarak üniversitede çalıştığı yıllarda Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde araştırmalar yapar ve bunların neticesinde birçok makale kaleme alır. Ayrıca vaktiyle imkân bulduğunda yurt dışındaki İslâm ve Türk eserlerini incelemek maksadıyla Irak, İran ve Pakistan’ı ziyaret etti. 1960’ların sonlarından itibaren Bulgaristan, Romanya, Polonya, Sırbistan, Arnavutluk ve Macaristan’da çeşitli şehir ve beldeleri özellikle Osmanlı devri mimari hatıraları açısından araştırdı ve bunlara dair birçok makalesi çeşitli yerlerde yayımlandı. Bu yüzden sanat tarihi ile özdeşleşen yazı hayatında süreli yayınların ve dergilerin önemli bir yeri bulu-nur.
Semavi Eyice’nin başka bir özelliği ise ansiklopedi yazarlığıdır. Serüveni andıran yolculuğu İstanbul Ansiklopedisi’nin 1946’dan itibaren yayımlanan ilk serisindeki Bizans eserlerine dair maddelerle başlar. Bu ansiklopedinin tamamlanmasına matuf olarak yayımlanan Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi onun yazdıkları ile değer kazanır. Peyderpey hazırlanan Türk Ansiklopedisi, MEB İslâm Ansiklopedisi, Meydan Larousse, Küçük Türk İslâm Ansiklopedisi, Anadolu Uyarlıkları Ansiklopedisi, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Türkler, Osmanlı ve bilhassa Türki-ye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdıkları kendisinin sanat tarihi alanındaki birikimini yansıtır. İslâm Ansiklopedisi’nin mimarlıkla ilgili maddelerinin büyük ölçüde onun kontrolünden geçtiği düşünülürse, ilgi alanının sadece Bizans dönemi ile sınırlı olmadığı hemen fark edilir. Sadece ansiklopedi maddeleri dahi onun kültür tarihi için yeri kolay doldurulamayacak bir “teknisyen” olduğunu kanıtlar. Süreli yayınlardaki Türk sanatı, İslâm sanatı, Bizans sanatı ve Türkiye’de hemen hiç kimsenin kalem oynatmadığı yakası açılmadık konulara uzanan irili ufaklı metinleri ister kronolojik sıraya isterse konulara göre ama mutlaka bir an evvel kitaplaştırılmalıdır.
Sanat tarihi muharebesi
Semavi Eyice’nin sanat tarihçiliği, eserleri bütünlüklü bir şekilde araştırmasıyla kendine özgü bir tarza kavuşur. Meseleyi etraflı bir şekilde ele aldığını göstermesi açısından sanat tarihini araştırırken, çalışmaları yalnız bir yapı çeşidine inhisar ettirmek yanlışlığına dikkat çekmesini hatırlamamak olmaz. Mezar taşları konulu bir kitap için kaleme aldığı sunuş yazısında, Türk sanat tarihinde dini mimariyi camiler ve tezyinatıyla sınırlamadan araştırmanın geçmişin sanat zevk ve tutumunu ortaya koymak bakımından büyük faydalar sağlayacağını ifade eder.
Türk sanatının çeşitli devirlerinin üslup özelliklerinin nabzını tutan Semavi Eyice, mimari kültürün ayrıntılarını kavramak için hem büyük ve ihtişamlı yapılara hem de yeteri kadar dikkati çekmemiş küçük eserlere odaklanır. Camiler, külliyeler, imaretler, medreseler, kütüphaneler, bedestenler, çarşılar, mescitler, minareler, türbeler, tekkeler, zaviyeler, çeşmeler, sebiller, kitabeler, köşkler, köprüler ve su kemerlerine dair kılı kırk yaran tekniği ve üslubuyla yazdıkları eserlerindeki zenginliğin göstergelerindendir.
Semavi Eyice, sanat tarihine dair çağdaş “entelektüel muharebe” meydanındaki en önemli dahası “kışkırtıcı” simalardan biridir. Yazılarında sıklıkla sanat tarihi formasyonunun ayrıcalıklı yönünü vurgulama eğilimindedir. “Bizim Sanat Tarihi Bölümü…” şeklinde cümleler kurmanın onun için ayrı bir keyfi söz konusudur. Bilhassa hatıra ve söyleşi türündeki metinlerinde mimariye dair mevzuların hakkıyla konuşulabilmesi için sanat tarihi öğrenimini adeta olmazsa olmaz bir unsur olarak karşımıza çıkarır. Hiç şüphesiz Semavi Eyice’nin içinde bulunduğu bağlamın en önemli özelliklerinin doğru bir şekilde kavranmasının yolu Türkiye’de sanat tarihi disiplininin akademik ortamda nasıl geliştiğini anlamaktan geçer. Tabii kültürel ve siyasal konjonktürdeki dönüşümlere karşı özellikle duyarlı olmak icap eder. Bunun için, 1933’ten 1940’lara, oradan 1960’lara, İslâm ve Türk sanatları kürsüsünün Sanat Tarihi bölümünden ayrılmasından Bizans Sanatı kürsüsünün kurulmasına, 12 Eylül’den günümüze uzanan kapsamlı bir değerlendirmenin yapılması şarttır. Zira meselenin ayrıntılarını değişik kitaplarda buluyor olsak da ne olduklarını tam manasıyla öğrenemiyoruz, bazı ayrılıkların sebebine ise bir türlü nüfuz edemiyoruz. Dolayısıyla böylesi bir değerlendirme hocalar arasındaki sürtüşmelerden yaklaşım biçimlerine kadar ancak çok az kişinin vakıf olduğu bir dizi tartışmayı tüm teferruatıyla kavramayı mümkün kılacaktır. Buna karşın Eyice’nin bu mevzulara dair açtığı bahisler hakkında hüküm verildiği söylenemez zira bunların farkına bile varılmamıştır.
Sanatı tarihsel arka planıyla kavrama çabasıyla kendinden söz ettiren Semavi Eyice, Metin Erksan’ı akla getirircesine sanat tarihi öğrenimini öne çıkarmaya yatkındır. Kendisiyle yapılan nehir söyleşide, hakkında gerçek dışı birtakım değerlendirmelerde bulunduğu Turgut Cansever üzerine söz alırken dahi söz dönüp dolaşıp sanat tarihi meselesine gelir. “Selçuk ve Osmanlı Sanatında Sütun Başlıkları” teziyle Türkiye’de sanat tarihi ala-nında ilk doktorayı yapan Cansever hakkında akademik bağnazlığa sığınarak konuşma tavrını başka yerlerde de sürdürür. Benzeri değerlendirmeleri Osman Nuri Ergin için de yapar. Gelgelelim bunları söylerken nedense 1950’lerin sonunda alanı Bizans sanatı olmasına karşın gayet metodik bir şekilde anlattığı; devam zorunluluğu, yoklaması ve imtihanı olmayan Osmanlı sanatı derslerine devam eden öğrencilerin bir kısmının sanat tarihi dışından olmalarının altında yatan hikmeti ise göz ardı eder.
Sınırlı bakış...
Görüldüğü üzere, Semavi Eyice gibi sanat tarihinde önemli bir yeri olan bir şahsiyetin gölgede kalan hayli yönü var. Ne yazık ki kültürel alandakiler dahi Eyice’nin sanat tarihine katkılarını yansıtan metinlerinin çoğundan bihaber. Bunun için sadece İstanbul üzerine kurulan nostaljik cümlelerle yetinmeyi maharet sanıyor. Şunu reddetmek mümkün değil: Eyice, daha ziyade İstanbul’un tarihi, kültürü ve mimari birikimi konusundaki tezleriyle bilinir. Hal böyle olunca Galata, Beyoğlu, Kadıköyü, Hipodrom, Bayezid Meydanı, Haliç, silüet, modern mimari, sinemalar, vakıf eserler, haritalar ve eski fotoğraflara dair yazdıklarının öne çıkması doğaldır. Geçerken hatırlamamak olmaz: Son zamanlarda buna bir de siyaseten kararsız meslek erbabının kararlı mızmızlıklarını besleyen bir olay da eklendi. Anlaşılan o ki onu korunması gereken bir tarihi eser gibi görenlere siyasi aparatçılar da eklendi. Gelgelelim onun hayatı ve külliyatı sadece bunlarla sınırlı değildir. Zaten Eyice’nin metinlerine karşı gösterilen ilgisizliğin başlıca ve belki de en büyük sebebini de kendisine yönelik bu sınırlı bakışta aramak gerekir. Bu yüzden hayatını, ilgi alanlarını, zevklerini, üzüntülerini,neşelerini, sıkıntılarını tanımaya gayret göstermek için hatıralarla örülmüş kitaplarını ve söyleşilerini okuyarak ilk adım atılabilir. Her ne kadar Eyice, takriben on yıl evvel “Boş verin, hepsi boş şeyler…” demiş olsa da emsalsizliğinin kavranması maksadıyla aile durumu, sınıfsal kökeni, eğiti-mi, ilgileri ve istikametli tutkuları gibi parametrelere başvurulmalıdır. Araştırmacılar ise başka şeylerin yanında incelenmesi gereken noktaları toplu bir şekilde görmek için tez elden etraflı bibliyografyasını edinmekle işe başlayabilirler. Ancak bunlar yapıldığı takdirde memleket kültürünün büyük kazancı Eyice’ye dair ikincil kaynakların ve yorumların niteliği artabilir.