Avrupa’yı 28 Şubat’ından kim çıkaracak?

Doç. Dr. Kudret Bülbül / Siyaset Bilimci
17.12.2016

Daha fazla içe kapanıp, korkularına teslim olmak rasyonaliteyi kaybettirir. Avrupa’nın bugün karşı karşıya olduğu sorun tam da budur. Bundan kurtulmak ise çoğulcu ve özgürlükçü yaklaşım ile mümkündür.


Avrupa’yı 28 Şubat’ından kim çıkaracak?

Doç. Dr. Kudret Bülbül / Siyaset Bilimci

“Çin’in Jinping’i, Rusya’nın Putin’i, ABD’nin Trump’ı ve Türkiye’nin Erdoğan’ına karşı Cumurbaşkanlığına adayım” 
Manuel Valls, Fransa Başbakanı
 
İnsanlığın uzun tarih yürüyüşünde hiçbirşey olduğu gibi kalmıyor. Doğan hergün yenilikler ve farklılıklarla beraber geliyor. Dün pozitif görülenler bugün negatif, dün negatif görülen şeyler bugün pozitife dönüşebiliyor. Değişmeyen tek şey galiba bizatihi değişimin kendisi.
Yukarıdaki ifadeleri Avrupa’nın yakın dönem tarihi ile rahatlıkla somutlaştırabiliriz. Uzun yüzyıllara sari iç savaşlarından, 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan dersler çıkararak, dün değerler, standartlar üreten bir Avrupa ve onun ürettiği Avrupa Birliği söz konusuydu. Bugün ise değerler üreten değil, korkular, tehditler üreten bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Artık herkesin girmek istediği değil “kalmak mı zor çıkmak mı” diye tartıştığı bir birlik. 
Avrupa’da gün geçmiyor ki, farklı yaşam biçimlerine karşı bir saldırı gerçekleştirilmesin. Kamuoyu araştırmaları Avrupalıların farklılıklara karşıdaha tehditkar olduğunu, farklı kimlik ve kültürlere sahip olanların ise kendilerini daha fazla baskı altında hissettiklerini ortaya koyuyor. Bu durumun doğal sonucu Avrupa’dan kaçışlar/dönüşler gittikçe artıyor.Türkiye-Avrupa açısından bakıldığında Türkiye’ye de tersine göç çok daha fazla. Türkiye artık totalde Avrupa’ya göç veren değil, Avrupa’dan göç alan bir ülke. Keşke İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü bu istatistikleri yıl yıl tutsa ve yayınlasa.
Bizim kültürümüzde kutsal mekanları yakmak, kırmak, dökmek; kilise, sinagog ve camilere saldırmak gibi bir gelenek yok. Dolayısıyla bizim insanımızın kutsal mekanlara neden saldırıldığını anlayabilmesi gerçekten çok zor. Ama pek çok Avrupa ülkesinde gün geçmiyor ki camilere bir saldırı gerçekleşmesin. Bir an için Türkiye’de -Allah korusun- bir kilisenin yakıldığını düşünün. Başta kendimiz çok sert tepki gösteririz ve göstermeliyiz. Ama bütün dünya tarafından da başımızı kaldıramaz hale getiriliriz. Oysa Avrupa’da her yıl bu saldırıların onlarcası gerçekleştiriliyor. Saldırılar ne Türkiye’nin ne de Avrupa medyasının gündemine girebiliyor. Çoğu kez ilgili ülkelerce resmi istatistikleri bile tutulmuyor.
Türkiye’den bakılınca Avrupa’daki tepkinin sadece Türklere karşı olduğu biçiminde bir algı var. Evet Türkiye “Hayır” diyebilen bir ülke Tayyip Erdoğan’dan büyük bir rahatsızlık var. Ama içe kapanan ve korkularına teslim olan Avrupa’da karşıtlık sadece Türkiye’ye özgü değil. “Çarşı” adeta her şeye karşı. Cumhurbaşkanı adayı Fransız Başbakanı’nın epigraftaki ifadesi Avrupa’nın psikolojini çok net ele veriyor. Söyleyenin, sokaktaki bir fanatik değil, bir Başbakan olduğuna tekrar dikkatinizi çekiyorum.
Ekonomi ve kimlik krizi
Göçmenlerin kat ettikleri onca mesafeye rağmen, onları dışlayan, korkulara teslim olan bir Avrupa ile karşı karşıya isek, sorunun Avrupa’nın sorunu olduğunu, tartışmanın Avrupa’nın kendi geleceğine dair bir tartışma olduğunu görmemiz gerekiyor. Kriz Avrupa’nın krizi. Krizin temelinde, Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk ile küreselleşme süreçleriyle farklı kimlik, kültür ve aidiyetlerin çok daha yakın ve görünür olmasının yattığını söyleyebiliriz. Farklı aidiyetler uzak diyarlarda, memleketlerinde iken ‘hoşgörülebilir’di belki ama kapı komşusu, iş arkadaşı olunca durum farklılaşıyor. Çünkü Avrupa’nın çok kimlikli, çoğulcu bir geçmişi yok. Biz Horasan’dan beri bu deneyimi yaşıyoruz. Avrupa’nın deneyimi sadece son yüzyıl için sözkonusu. Yüzyıl da tarihçiler için daha dündür.
Evet, bazen devletler bu tür krizlere girer. Tıpkı bizim 28 Şubat ile benzer bir krizi yaşadığımız gibi. 28 Şubat bir darbe girişiminden ziyade esasen bir zihniyet meselesidir. Bu nedenle “bin yıl sürecek” denilmişti. O zamanlar Kürtleri, dindarları, Alevileri, AB’yi sorun olarak gören bir Türkiye vardı. Aslında sorun onlar değildi, bugün Avrupa’da olduğu gibi, farklı kimlik ve kültürlerin zenginlik olarak değil, sorun olarak görülmesiydi. Devletler bu tür krizleri ancak vizyoner liderlerle aşabilir. Ama bugün Avrupa’ya baktığımızda ne vizyon ne de liderlik sözkonusu.
Avrupa adeta kendi 28 Şubat’ına giriyor. Merkez sağ ve sol partilerde daha fazla faşist ve ırkçı partilerin söylemine sığınma var. Faşist ve neo-Nazi partilerin söylemleri, merkez partilerince de benimsenince, bu partiler doğrudan iktidara gelmemiş olsa da söylemleri ile iktidar oluyor. Bu gidişat son derece tehlikeli. Daha fazla içe kapanma, daha fazla dışlama ancak daha fazla ekonomik çöküntü ve ülkelerin geleceklerinin daha fazla kararması ile sonuçlanabilir. 2. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’sının ve bizde 28 Şubat ile girdiğimiz kriz sonrasında ekonominin ve geleceğe dair umutların dibe vurması, bu durumun somut örnekleri olarak görülebilir. Bu tür durumlarda daha fazla açıklık, özgürlük ve demokrasi çıtasını yükseltmek sorunu çözer. Bizim 2000’ler sonrası uyguladığımız politikalar gibi.
Türkiye’siz bir Avrupa
Daha fazla içe kapanıp, korkularına teslim olma bireylere de toplumlara da devletlere de rasyonaliteyi kaybettirir. Avrupa’nın bugün karşı karşıya olduğu şey de tam da budur: Rasyonalitenin kaybı. Buna Türkiye üzerinden bakabiliriz. Avrupa’da Türkiye karşıtlığı gittikçe artıyor. Oysa Türkiyesiz bir Avrupa nedir? Ne üretebilir? Suriye, Irak, Doğu Avrupa vb coğrafyalarda Türkiye’siz bir Avrupa’nın, AB’nin reel karşılığından, oyun kurma, değiştirme gücünden bahsedilebilir mi? Bugün İtalya’da, Fransa’da, Avusturya’da, Hollanda’da özgüven sahibi, Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri öne çıkaran değil, korku ve tehdit algılarına, popülizme teslim olmuş liderler revaçta. Göçmenlerin dışlanması ile başlamıştı süreç. Sonra İngiltere’nin AB’den çıkışı ve İtalya’daki referandum sonrası AB’ye dair endişelerin artması ile devam ediyor. Dışlama ve içe kapanma süreçleri bir kez başlamayagörsün, “Ya bendensin ya bana karşı” bakışı ile en yakınlara kadar uzanır. Bu girdaptan bireyleri, ülkeleri, birlikleri, farklı olana daha fazla açılma, daha fazla çoğulcu ve daha fazla özgürlükçü bir yaklaşım kurtarır. Türkiye’siz bir Avrupa’nın mevcut liderleri ile bunu başarabilmesi zor görünüyor. Ayrıca sınırlı sayıdaki mültecinin Avrupa’da yarattığı korku ve oluşturduğu gündem düşünüldüğünde, Türkiye’siz bir Avrupa’nın insani değerler ve insani krizler açısından kaydadeğer bir şey üretemeyeceği ortada.
“Bize ne” diyebilir miyiz?
Yukarıda da ifade edildiği gibi, kriz çok daha derin ve Avrupa’nın kendi geleceğine dair bir kriz. Avrupa’nın yakın dönemde ürettiği değerler ve standartları terkederek gittikçe içe kapanıp kendi insanına hayatı daha yaşanmaz kılıp kılmayacağına dair krizi. Bu kriz karşısında, AB’nin bizim 28 Şubat’tan çıkmamıza yardımcı olması gibi, onların bu krizi atlatmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Bu krizi aşmak için Yurtdışındaki STK’larımız, Türkiye’den ve dünyadan her türlü demokrat, çoğulcu ve özgürlükçü toplumu savunanlar Avrupa’daki demokrat ve çoğulcularla birlikte çalışmalıdır. 
Göçmen ve/veya Müslüman STK’lar,içe kapanık, sadece kendilerine yönelik programlar yapmak yerine, kendi programlarına Avrupalı çoğulcu ve demokratların da katılımını mutlaka sağlamalıdır.
“Bize ne, batsın Avrupa” diyemeyiz. Avrupa Latin Amerika ya da Uzak Doğu’da değil. Kaldı ki o uzak coğrafyalar için de kötülük dilenmez. Avrupa yeniden 2. Dünya Savaşı öncesi gibi faşizm ve Nazizm girdabına girerse bu girdap sadece Avrupa ile sınırlı kalmaz. Başta kendisini olmak üzere, bölgeyi, bizi ve tüm dünyayı da yakar. Vakit varken Avrupalı çoğulcu, demokrat ve özgürlükçü kesimin tehlikenin daha fazla farkına varmasına katkı sağlamalı; bu yangının daha fazla büyüyerek insanlığı yakmasına engel olmalı.