Almanyalı Türklerin kimlik meselesi

Numan İlkut Ayvaz / Ludwig-Maximilian Üniversitesi
2.09.2017

“Alman Müslümanı” suni kimliğiyle Türkiye kökenli Müslümanların toplumsal konulara ilişkin mücadele ruhu dizginlenmeye çalışılmaktadır. İslam, yalnızca ahlak ve ibadetten oluşan soyut bir değerler sistemine indirgenmektedir. Öyle ki Almanya’da eşcinsel evlilikleri serbest bırakan bir federal kanun, “mütedeyyin Müslüman aktivist” olarak kendini pazarlayan insanlar tarafından bile desteklenebilmiştir.


Almanyalı Türklerin kimlik meselesi

Numan İlkut Ayvaz / Ludwig-Maximilian Üniversitesi

Geçmiş son beş seneye geri dönüp baktığımızda, Batılı devletler ile Türkiye’nin arasındaki güncel siyasi çekişmelerin had safhaya ulaştığını görürüz. Gerek AB üyelik müzakerelerinin gerekse iç ve dış siyasetteki uyuşmazlıkların, her iki tarafta da can sıkıntısına neden olduğu açıktır. Hiç şüphesiz, söz konusu meseleler son derece önem arz eden hususlardır. Bu yüzden ne kadar dikkatle izleyip takip etsek azdır. Yalnız, bu bağlamda aktüel ve önemsiz günübirlik gelişmeler üzerinde de fazla vakit harcamamak gerekir. Aksi takdirde daha köklü ve daha esaslı sorunları ıskalamış oluruz.

Bu noktadan hareketle, Avrupa ve özellikle Almanya’daki Türk varlığı üzerinde dikkatlice ve ayrıntılı bir şekilde düşünmek gerekir. Bilindiği üzere Almanya’da 50 yılı aşkın süredir -1961 yılından bu yana ve dört kuşaktır- dört milyondan fazla Türk ve Türkiye uyruklu insan yaşamaktadır. Bu kişiler arasında Almanya’da dünyaya gelenlerin sayısı Türkiye’de doğanların sayısını geride bırakalı seneler oluyor. Avrupa’da Türk gençleri üniversite sıralarını doldurmaya başlıyor, insanlarımızın kurduğu ticari işletmeler hızla çoğalıyor ve küçük ölçekte de olsa siyasi arenada söz sahibi oluyor.

Fakat bu gelişmeler süratle devam ederken buradaki insanımızın ‘’öz benliğinin’’ hangi yöne doğru evrildiği meselesi üzerinde esaslı hiçbir tartışmaya rastlanılamıyor. Bu hususta ne yazık ki geniş ölçüde etkili hiçbir fikir de göze çarpmıyor. İşte bu sebeple, bilhassa orada doğup büyüyen gençlerimizin kendilerine mutlaka sorması gereken o mühim soru; ‘’kimlik sorusu’’dur. Her şeyden önce Almanya’daki yeni nesil; ‘’Biz kimiz, nereden geliyor ve nereye gidiyoruz?’’ soruları üzerinde kafa yormalı ve cevaplarını aramalıdır. Zira cevaplanamayan her soru yabancı odaklar tarafından hiç kuşkusuz seve seve cevaplanacaktır.

Lügat manası itibariyle kimlik kavramı; sosyolojik bir varlık olan insanın nasıl bir kimse olduğunu gösteren nitelik ve ayırıcı özelliklerinin toplamı olarak açıklanabilir. Anlaşılması ve kavranılması bir hayli güç olan bu tarifin, kapsamlı içerik ile somutlaştırılması lazımdır. Bu bağlamda kolaycılığa kaçıp, dünya tarihinde benzer azınlıklara gizlice bakıp kopya çekilebilir. Fakat daha sağlam temeller üzerine bir kimlik inşasına girişmek istiyorsak, kendi milli tarihimiz ve kendi manevi dünyamız bizlere zaten destek sağlayacaktır. Bu desteğin, daha sağlıklı sonuçlar doğuracağı ise tahmin edilebilir.

Kimlik oluşumu ve değerler

Tam bu noktada, milli tarihimizden yola çıkarak Almanya’daki Müslüman Türk toplumunun karşı karşıya kaldığı çok önemli bir zorluğu ifade etmeye gayret sarf edeceğim. Osmanlı Devleti’nin en çalkantılı döneminde, yani yıkılış öncesinde de kimlik hususu üzerinde edebiyat camiası ve gazeteler üzerinden derinlemesine münakaşa edilirdi. Bu çerçevede Tevfik Fikret’in bu konuya yaklaşımı vurgulanmaya değerdir. Fikret, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine en esaslı tesiri icra eden edebiyatçı ve fikir adamı olarak bilinir. Hümanist, pozitivist ve materyalist bir dünya görüşüne sahip olan şair, kimlik konseptini bizzat Haluk ismindeki oğluna ithaf ettiği ‘’Haluk’un Amentüsü’’ adlı şiirinde anlatır. Orada Fikret, felsefesini “Toprak vatanım, nev’i beşer milletim” dizesiyle açıklar. Buna göre, kimlik oluşumunda, ne dinî değeler ne de kültürel birikimler kıymete layıktır. Oğluna da bu doğrultuda terbiye verir. Çok şükür ki büyük tehlikelere açık olan bu kimlik yaklaşımına, merhum Mehmet Akif Ersoy’un ‘’Asım’ın Nesli’’ ile fikren de olsa karşılık verebildik. Doğrusunu isterseniz Tevfik Fikret’in düşünceleri resmî ideolojinin alanından da büyük ölçüde çıkamamış, Anadolu insanında da hiçbir vakit karşılık bulamamıştır.

Ancak kimlik mücadelesinde bu sefer de kale, bazı sapkın dinsel gruplar marifetiyle içeriden fethedilmeye çalışılmaktadır. Esasta Tevfik Fikret’in fikrî projesi, İslamî terminolojiye uyarlanmaktadır. ‘’Seccademi serdiğim her yer vatanımdır’’ sloganıyla vatan ve milli kimlik kavramları buharlaştırılmak istenmektedir. Avrupa’da ise bahse konu bu yaklaşım, örneğin ‘’Alman Müslümanı’’ gibi suni bir kimlik konsepti olarak belirmektedir. Bu tip Müslümanlıkta inananlar etliye ve sütlüye karışmamak kaydıyla ibadetlerini özgürce yerine getirebilmekte, dinî kıyafetler ve mabet inşaları büyük ölçüde serbest bırakılmaktadır. Bu suretle açıkça Türkiye kökenli Müslümanların toplumsal konulara ilişkin mücadele ruhu dizginlenmeye çalışılmaktadır. Sözün kısası İslam dini, yalnızca ahlak ve ibadetten oluşan soyut bir değerler sistemine indirgenmektedir. Öyle ki Almanya’da eşcinsel evlilikleri serbest bırakan bir federal kanun, mütedeyyin Müslüman aktivist olarak kendini pazarlayan insanlar tarafından bile desteklenebilmiştir.

Peki Almanya’daki yeni nesil, milli kimliğini bir tarafa bırakıp yoluna sadece ve sadece Alman Müslümanı olarak devam etse, bu durum onun dinî ve kültürel kişiliğine nasıl yansır? Hiç şüphesiz teknik yetersizliklerden dolayı Almanya’daki Türk çocukları din ve maneviyatını öğrenmek için Türkçeye muhtaçtır. Sağlam temellere dayanan Almanca dinî eserlerin yok denecek derecede az olması, herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Gençler, İslam akaidini ve ibadet ile ilgili kurallarını öğrenirken Türkçe kaynaklara ihtiyaç duymaktadır. Hâl böyleyken Almanca din eğitimi, Müslümanlığa hiçbir katkıda bulunamaz aksine onu zorlaştıran bir etken haline gelir. Ömer Nasuhi Bilmen gibi alime başvurmak varken tekeri yeniden icat etmeye ne gerek var ki.

Kökü mazide bir gelecek

Nitekim Müslüman Türk tarihinin birikimini, tecrübelerini ve hatalarını bir kenara atıp onlardan faydalanamamak zaten başlı başına bir saçmalık değil midir? Yahya Kemal’in de dediği gibi, ‘’Kökü geçmişte olan bir gelecek’’ oluşturma arzusunda ne gibi bir sorun olabilir ki. Almanya’da yaşayan dördüncü kuşağa mensup gençlerin dedeleri ülke ve mekanlarını değiştirdiği için torunlar ruh köklerini değiştirmek zorunda mıdır? Mesela 10 nesildir aynı şehirde yaşayan, aynı ticaret ile uğraşan bir aile düşünün. Bu ailenin en son kuşağına mensup birinin başka bir şehre taşındığında, bu kişinin dokuz kuşak gerisini unutması ve yeni bir kimliğe bürünmesi mi gerekir? Böyle bir kimlik ve kişilik evrilmesi mantıksız olmaz mı? Öyle ki geride kalan dokuz kuşağın  iyisiyle kötüsüyle edindiği birikimi ve tecrübeyi unutması ne kadar doğru olabilir?

İstanbul’un Polonezköy beldesinde yüzyılı aşkın bir süredir Katolik Polonyalılar yaşamaktadır. İlgili kişiler kültür ve dinlerinden bir nebze ayrılmamışlardır. Yaz aylarında Avrupa’daki Türkler Türkiye’ye izin amaçlı geldiği gibi, Polonezköy’ün sâkinleri de her sene ailecek Polonya’ya gider. Aynı şekilde oradaki beldenin manzarası, kilisesiyle, ahşap evleriyle ve restoranlarıyla Polonya’yı hatırlatmaktadır. Sadece bu durum, Polonya ulusal kimliğinin nesillerdir muhafaza edildiğini gösterir. Bilindiği gibi söz konusu Polonyalılar göçünün üzerinden tam olarak 175 sene geçmiştir. Fakat bugün dahi köydeki her Pazar ayinine bağları sıkı tutma gayesiyle Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu iştirak etmektedir. Polonyalıların, geldikleri yere bağlılıkları, bizim hak ve hakikat davamızdan bir milim bile ayrılmamamız gerektiğine işaret etmez mi?

O nedenle yeni nesil geldiği yeri hiçbir vakit unutmayarak, kendi nitelik ve ayırıcı özellikleriyle Alman sosyolojisi içerisinde kendine köklü bir yer edinecektir. Aynı zamanda kendisini, birikimli ve zengin bir geçmişe sahip olan Müslüman Türk Milletinin bir parçası olarak görecektir. Kendini bin yıllık bir bütünün devamı addetmek ve böylelikle sağlam ve omurgalı bir Müslüman Türk kimliğine sahip olabilmek için kendini var gücüyle de yetiştirecektir. Bu çerçevede bütün Avrupalı Türk STK’larına önemli görevler düşmektedir.

Bu gaye doğrultusunda tarih bilinci, milli ve manevi kültürün öğretilmesi ve aktarılması ve tabii ki aksiyon kabiliyetinin aşılanması asıl vazifelerdendir. Tevfik Fikret’in oğlunun daha sonra Amerika’ya yerleşip Hıristiyanlık dinini seçmesi ve dahası papaz olması ibret verici tarihî bir gerçektir. Seccademizin serileceği zemin önemsiz olsa dahi, ruhumuzu ve özümüzü şekillendiren temel parametreler hiçbir vakit değişmemelidir. Değiştiği takdirde ise, kimliğimizin cenaze namazı kılınacaktır ki bu ibadette de seccadeye zaten gerek duyulmayacaktır.

[email protected]